Bölüm 35 - Ay ve Güneş

401 30 11
                                    

Tek bir diyaloğun veya sözün olmadığı bir bölüm. İçinde sadece acı var... Paragraflarla anlattığım, Ay'la başlayıp Güneş'le biten, iki yetim kardeşin acısı. Yoruma gerek yok, bir şey söylemeye de. Sadece bazılarınca asla önemli görülmeyen birkaç saatin ayrıntılarını kendi gözümden sizlerle paylaşmak istedim... Umarım beğenirsiniz.

 Umarım beğenirsiniz

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.











Ankara'nın kasvetli, huzursuz sessizliği bu gece her zamankinden daha yoğundu. Şehre koyu bir karanlık çökeli saatler olmuş, şimdi Ay gökyüzünde yakışıksız bir parıltı saçıyordu. Başka zaman olsa bakanın içini açardı ancak Ankara'lı olmayan, buraya kısa bir süreliğine gelmiş ve yarın sabah gidecek olan ailenin fertlerinden birinin şu anda tek dileği, Ay'ın parıltısının kendisi gibi yok olup gitmesiydi.

Hastanenin arka bahçesinde, duvar dibindeki bir bankta oturan Veysel; bir kez daha başını kaldırıp sessizce Ay'a baktı. Sadece gökyüzünde var olan bir parıltıydı belki de - gece tamamen karanlığa boğulmasın diye görevlendirilmiş bir ışık. Ama Veysel'in umurunda bile değildi. O karanlıkta boğulmak istiyordu. Ay çekip gitsin, ışığını da alıp beraberinde götürsün ve onu bulutların ardındaki karanlıkla baş başa bıraksın istiyordu.

Öne eğdi başını, yüzü ifadesizdi. Kendini duygularına kapatmış, duygunun olduğu her yerden kaçmıştı. Ağlamıyordu. İstese bile, ağlayacak dermanı kalmamıştı. Duyduğu iki kelime ondan bütün gücünü çekip almaya yetmişti. Bir canın daha bu dünyadan göçtüğünü söyleyen, bir eve daha ateş düşüren iki tane kelime: "Babamı kaybettik."

Ses kulaklarında yankılandığı anda sımsıkı gözlerini kapattı, dudaklarını birbirine bastırdı; izin vermeyecekti, boğulmayacaktı gözyaşlarına, yapmayacaktı - hiçbir anlamı yoktu, hiçbir gereği de yoktu. Yok saymak istiyordu, kurtulmak istiyordu; kalbinin tamamını sarmış, ona nefes aldırmayan şu acıdan kendini soyutlamak istiyordu. Çünkü acıya kendini bırakırsa kaybolacaktı, kaldırabileceğinden fazlası gizliydi orada. Tek başına bir hiçliğin içinde yok olup gidecekti - isterdi de bunu, ama biri ciğerine tekrar tekrar hançer saplarmış gibi bir acıyla değil, bunu kaldıramazdı.

Birkaç metre ötesindeki duvarın arkasından biri çıktı; başını kaldırıp kim olduğuna bakmadı Veysel. Aileden biriydi, onu bulmaya gelmişti - şimdi soğukta üşümesin diye buradan kaldırıp götürmeye çalışacaktı, biliyordu. Tartışmak için dudaklarını aralayacak kadar bile gücü yoktu, bu yüzden tepki vermedi, onun varlığını fark ettiğine dair en ufak bir işaret belirtmedi ve sessizce yeri izlemeye devam etti.

Kenan fazla ilerlemeden olduğu yerde durdu, içinin bir tarafı inanılmaz rahatlamıştı kardeşini bulduğu için. Onun delice bir şey yapmasından öyle korkmuştu ki, annesi o kadar kötü haldeyken bile onu zorlukla Cemile'ye emanet edip Veysel'i bulabilmek için dışarı çıkmıştı. Rahatlamayla birlikte dudaklarına cılız bir tebessüm yerleşti, ancak acıyla bezenmişti ifadesi. Zaten ona doğru düzgün bakan biri; kıpkırmızı olmuş gözlerindeki yorgunluğu fark ederdi. Kenan birkaç saatte, bir ömür kadar yaşlanmış görünüyordu.

Adımları usul usul bankta oturan Veysel'e yaklaştı. Kardeşinin bu soğukta tişörtünün üstüne giydiği siyah hırkasıyla durması içini sızlattı; kim bilir nasıl üşümüştü, hissetmese bile. Ankara'nın soğuğu başka yerlere benzemezdi. Sessizce Veysel'in yanına otururken bir yandan da üstündeki ceketi yavaşça çıkardı, sonra kardeşinin omuzlarına nazikçe sardı. Veysel itiraz etmedi, yanına oturanın kim olduğunu anlamıştı omzunu saran güçlü ama şefkat dolu ellerden. Ceketi itmedi, ama dönüp Kenan'a da bakmadı. Abisinin, her zaman güçlü duran, yıkılmayan abisinin ameliyathanenin önünde nasıl dağıldığı gözünün önünden gitmiyordu. Onunla şimdi yüzleşemezdi... Onunla da, acısıyla da.

Bir süre durdular sessizce. Veysel, duygularını bir kenara itmiş olmasına rağmen merak etti; Kenan ne zaman ona "burada durma, içeri geçelim" diyecekti? Aralarındaki sessizlik uzadıkça uzuyordu. En sonunda dayanamadı ve yavaşça başını çevirip Kenan'a baktı; ama anında pişman oldu. Abisinin ağlamaktan kıpkırmızı kesilmiş, mavilerindeki parlaklığı sönmüş olan gözleri ona dikiliydi; yorgundu, hüzünlüydü ama bir yandan da anlayışla doluydu bakışları. Veysel daha fazla bakamadan hızlıca önüne döndü; boğazındaki tanıdık yumru onu tekrar etkisi altına alıp gözyaşlarına boğsun istemiyordu. Burnunu çekti ve bakışlarını tekrar yere dikerek, sessizlik nöbetine kaldığı yerden devam etti.

Onun her mimiğini açık bir kitap gibi okuyan Kenan'ın gözlerindeki acı, mümkünmüş gibi, daha da arttı. Veysel'in ne yaptığının farkındaydı. Aslında, kardeşinin tavrı şu anda bir çocuktan farksızdı. Yere düşüp dizini kanattığı halde "acımadı ki" diyerek ayağa kalkmaya çabalayan bir çocuk gibiydi Veysel. Acısını, hüznünü, onu yakıp parçalayan bütün duyguları yok sayıyordu; çünkü baş etmenin başka yolunu bulamıyordu. "Acımadı ki" diyordu bütün dünyaya, bu yüzdendi gözünden tek bir damla yaşın düşmüyor oluşu. Çünkü acıyı kabullenmiş olsa, çoktan hüngür hüngür ağlıyor olurdu diğer herkes gibi. Yapmıyordu, istemiyordu.

Ama bir gerçek vardı ki; dizini kanatan çocuk, arkadaşlarına "acımadı" dese de, eve döndüğü anda ona sarılan ilk kişiye tutunup ağlardı. Eğer ona sarılan olmazsa da, tek gözyaşı dökmeden yarasını iyileştirmeyi öğrenirdi; ve o yara bir gün enfeksiyon kaptığında, bir çocuk kadar çaresiz kalırdı.

Yine de Kenan, ilk kez olması gerekeni yapıp güçlü davranmak istemiyordu. Daha önce kendini bu kadar güçsüz hissettiği bir zaman olmamıştı. Şimdi Veysel'i acısıyla yüzleştirmeye çalışmak, ikisini de mahvederdi. En azından bu gece, kaçabildikleri kadar kaçmalılardı bu korkunç boşluktan. Devamını zaman getirirdi nasıl olsa.

Bu yüzden Kenan sessizce elini Veysel'in omzuna atıp onu kendine çekti. Başını abisinin omzuna yaslayan Veysel, bu harekete şaşırsa da en ufak tepki vermedi. Kenan'ın başını saçlarına yasladığını hissettiğinde, usulca gözlerini kapattı. Çok yorgundu, başka zaman olsa anında uykuya dalabilirdi; ama asla istemediği bir tecrübe üzerine öğrenmişti ki, keder insanı diri tutuyordu. Göğsünde dönüp duran bir ateş topu gibi, uykuya dalmasına engel oluyordu.

Kenan elini yavaşça Veysel'in bacağına koyup sıktı. Her hareketiyle, her tepkisiyle "Buradayım." diyordu. "Ben buradayım, yanındayım, biz aynı acıyı paylaşıyoruz, benden çekinme." Halbuki buna gerek yoktu. Veysel zaten biliyordu. Şu anda hissettiklerini en iyi anlayabilecek kişi, abisiydi. Çünkü ikisi de babalarını kaybetmişler, ikisi de yetim kalmışlardı.

Başını hafifçe kıpırdatıp abisinin omzuna biraz daha yaslandı, sonra da bacağındaki ele uzandı ve usulca kolunu kavradı. Kenan yine cılızca tebessüm etti, kardeşine sımsıkı sarılmak istiyordu, ama cesareti yoktu. Veysel'i bu sessiz kabullenişten fazlasına zorlamak istemiyordu. Şimdilik, bu kadarı ikisine de yeterdi.

İki kardeş, yeni hayatlarının ilk ve en kötü gününe o hastane bahçesinde girdiler. Artık yetimlerdi, birbirlerinden başka kimseleri yoktu ve bu gerçek, yüreklerinde asla kapanmayacak bir boşluk açmıştı. Saatlerce o bankta tek kelime konuşmadan, birbirlerinden güç almadan, yalnızca acılarını paylaşarak oturdular - ta ki güneş Ankara'nın üstüne doğup onları yapmak zorunda oldukları şeyle yüzleştirinceye kadar.

İlk toparlanan Kenan oldu. Yavaşça başını kaldırdı, Veysel de kıpırdanarak doğruldu. İkisi de gözlerini bile kırpmamışlardı, ancak yorgunluklarının sebebi uykusuzluk değildi. Kenan ayağa kalktı, Veysel'e döndü. Konuşabileceğini sanmıyordu, bu yüzden yalnızca elini uzattı. Veysel de hiçbir şey söylemeden abisinin uzattığı eli kavrayıp ayağa kalktı; Kenan onun sırtını sıvazladı ve iki acılı kardeş beraber, güneşin yarattığı upuzun gölgeleri arkalarında uzanırken, hastanenin girişine doğru ilerlediler.

VeyKen - One Shots (Gönül Dağı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin