Emre Fel'in bir şarkısında ' Can evimde bi' telaş ' dediği gibi Doğuş'u da bir telaş kaplamıştı. Birol, iki gündür yoktu ve Doğuş onu belki yüzlerce defa aramıştı. Ailesine gittiğine emindi ama içinde garip bir panik vardı. Kötü bir şey olmuş ya da olacakmış gibi hissediyordu.
Bir kişi kaybolduğu da yakınlarının ilk düşündüğü ' Acaba başına bir şey mi geldi? ' sorusu ve paniği onunda ilk aklına gelen şeydi. Kalkıp gidecekti ama ne köyün ismini doğru dürüst hatırlıyordu ne de Birol'un ailesinden birinin telefonu kendisinde vardı.
Panikle salonda adımlayan Doğuş ne yapacağını şaşırmıştı. Evin diğer odalarına girip çıkıyor, sonra tekrardan salona gidip pencereden sokağa bakıyordu. Ama ne Birol ne de bir umut vardı doktor için.
Bir an için kendine kızmaya, hatta kendini suçlamaya bile başlamıştı. ' O kadar evlerinde kaldın, ailesinden birilerinin telefonunu nasıl almazsın? ' diye kendini yiyip bitiriyordu. Haklıydı da hani. Onun için Birol'a ulaşmanın tek yolu Birol'du. Belki de ona düşündüğü kadar yakın da değildi. Ne daha önce görev yaptığı askeriyeye gitmişti ne de çevresindeki insanlarla doğru düzgün iletişimi vardı. Kısacası başına bir şey gelse dahi ondan başka arayacağı kimsesi yoktu.
Haber alırım diye bir ihtimal evden dışarıya çıkmış ve Birol'u komşularına sormaya gitmişti. Kapıyı bir kaç kez çalmış ve hemen ardından da zile basmıştı. Yüreği deli gibi korkuyla çarparken elleri de aynı ritimle titriyordu.
Kısa zaman içinde kapıyı açan imam, karşısında ki müşkül genci görmesiyle kaşlarını çattı. İlk defa Doğuş'u böyle görüyordu. Dağınık ve özensiz saçları birbirine karışmış, pijamasının paçaları terliğin altına geçmişti. Asıl yüzündeki korku ve endişe ifadesi bir terslik olduğunu hemen anlamasına yetmişti imamın.
" Noldu abim? Ne zaman geldiniz? " diye sordu.
Titreyen parmaklarıyla oynayan Doğuş, " İki gün önce geldik ama Birol ortalıklarda yok. " dedi. Sesi tiriyor ve ilk defa kendini doğru düzgün ifade edemiyordu.
İmam, " Telefondan aramadın mı? " diye sordu.
Doktor çaresizce dudaklarını büzerek, " Aramaz olur muyum? Dün sabah evden çıkmasıyla daha gelmedi. " dedi.
Gencin ne kadar endişeli olduğunu gören imamında yapacak bir şeyi yoktu ki. O buraya taşınalı iki sene olmuştu. Ne yapacağını bilmeyen imam gencin omzuna dokunarak, " Korkma. Kocaman asker adam. Ne olacak ki? " diye teselli verdi. Ama Doğuş, bu teselliyi umursamayacak kadar korkuyordu.
Aslında imamın kendisine yardımcı olamayacağını ve Birol'a ulaşamayacağını çok iyi biliyordu ama bir umut gelmişti işte. Çünkü bu apartmanda Birol'a en yakın kişi kendisiydi. Eğer kendisi Birol'un nerde olduğunu bilmiyorsa, başkası nerden bilecekti ki?
Genç doktorun ne kadar korkmuş olduğunu gören imam, dudaklarını birbirine bastırarak, " Gel bugün bizde kal. Beraber bekleyelim. " diye nazikçe teklif etti genci.
Doğuş başını sağa sola sallamış ve " Yok, teşekkür ederim. Eve gelebilir. Başka bir yerde beklemem doğru olmaz. " diyerek bir kez daha teşekkür etmişti imama.
Çaresiz bir şekilde tekrar eve dönen Doğuş, bir kez daha aramıştı Birol'u. Bir kez daha telesekreterin sesini duymasıyla yüzü düşmüş, vücudunu yavaşça koltuğa bırakmıştı.
Onsuz ev ne kadar da boştu? O olmadan hayatının ne kadar da bir hiç olduğunu anlamıştı. Sanki onunla doğmuş ve bütün hayatında o varmış gibiydi.
...
Bahçede ablasıyla oturan Birol, kara bulutların arasında kaybolan yıldıza bakıyordu. Kafası çok karışıktı. Bir yanda ailesi bir yanda da Doğuş vardı. Annesinin evlenme nasihatleri, babasının zaman zaman öfkeyle bağırması onu Doğuş'a itiyordu. Çünkü her ikisi de Doğuş'u kötülüyordu. Ama ablası onun anlayacağı dilden ona konuşuyor ve bu işin herkes için felaket olacağını söylüyordu.
" Bak Birol, bu işler öyle olmuyor. Başta seviyorum diyorsun, bırakamam diyorsun ama sonunda ne yaşıyorsun biliyor musun? " diye konuşup soran abla, yine kendisi cevaplamıştı.
" Pişmanlık "
Derin bir nefes alan Birol hâlen daha ailesini içindekine inandırmaya çalışıyordu. En çokta ablasına. Birol, sürekli ablasıyla konuşur ve her şeyini ona anlatırdı. Ablası da can kulağıyla onu dinler ve her zaman arkasında durdurdu. Ama bu sefer ablası da onunla aynı fikirde değildi ve bu yaptığının doğru olmadığını söylüyordu ona.
Birol, ablasına dönerek " İnsan mutlu olduğu yerde olmalı. Dediğin gibi pişman da olabilir ama belki mutlu olabilir. " dedi umutla.
Ablası kardeşini anlıyordu. Doğuş'u sevdiğini, Doğuş'un da onu sevdiğini biliyordu. Ama alışılagelmiş bu bildiği şey kardeşine hak vermesine engel oluyordu. Sadece çaresizce akan gözyaşları kardeşine hak veriyordu.
Gözü yaşlı abla kardeşine dönüp, " Olmuyor Birol. Öyle olmuyor işte. Yapma nolur. " diyerek yalvarmıştı. " Annemler sana güzel bir kız bulsunlar, nolur. Ben mutlu olmanı istiyorum senin. " diyerek tekrar yalvarıyordu. Sadece kardeşinin iyiliğini isteyen abla, her ne kadar kardeşinin başkasını sevdiğini bilse de çaresizce yalvarıyordu.
Ablasının ağlamasına hiç dayanamıyordu ama sevdiğinden de vazgeçmek istemiyordu Birol. " Benim mutlu olmamı istemiyorsan, beni engelleme. Doğuş yanımdayken ben mutluyum. " dedi ablasına.
Birol'un gözünde kararlılık ve yalvarış gören abla, çaresizce ağlayarak tekrar kardeşinde yalvarmıştı. " Yapma Birol, yapma nolur? "
Ablası, " Günah. Allah'ın yasakladığı bir şeye sen nasıl bulaştın? " derken Birol yutkunarak önüne dönmüştü. İşte bu Birol'un hassas noktalarından biriydi ve bunu asla aklına getirmek istemiyordu.
" Sen ondan büyüksün, doğruları görmen lazım. Bu harama o çocuğu da bulaştırma. Haksızlık etme. İkinizde ileride evlat sahibi olmak istemeyecek misiniz? " derken gözündeki yaşları eliyle silmişti.
Birol gözünü karşıya dikmiş kaşlarını çatarak dinliyordu ablasını. Biran acaba Doğuş'a haksızlık edip hakkına giriyor muyum diye düşünmüştü. Yutkunduğu tükürük boğazını acıtıyordu, çünkü boğazı düğümlenmişti.
Ablası, " Peki Hakkari'ye gidince nolacak? Sen sürekli göreve gittiğinde o çocuk yalnız mı kalacak. " diye konuştuğunda Birol hemen başını ablasına çevirmişti.
Doğruydu. Ablasının söylediği bu şey de doğruydu. Birol mesleği gereği görev çıktığında Doğuş'u yanında götürmezdi. Onu yalnız bırakmak zorunda kalacak ve koruyamayacaktı. Tüm bunları düşünürken aklına en kötüsü de gelmişti.
Ya şehit olursa Doğuş ne yapacaktı? O zaman gerçek anlamda Doğuş'un hakkına girecek ve tamamiyle onu yalnız bırakacaktı. Devlet hastanesinden aldıkları red cevabı da onu mesleğinden uzaklaştırmıştı zaten.
Birol, her zaman onun yanında olamayacağını ve onu koruyamayacağını anlamıştı. Din, kültür, görev ve en önemlisi Doğuş'un hakkına girmesi, onu büyük bir çıkmaza sokmuştu.
Bazen insan kendini o kadar çaresiz hissederdi ki, eline ağlamaktan başka bir şey geçmezdi. Birol, ilk defa ağlıyordu. Parmaklarıyla gözlerini sıkmış, döküyordu gözyaşlarını. Bu duygu karşısında verilebilecek en hızlı tepkiydi ağlamak.
Öğrenmişti Birol... Çaresizliğin ve sevdiğinin mutlu olması için vazgeçmenin insana neler yaptırabileceğini anlamıştı. Onu iyiliği için unutmak zorunda kalmıştı ama bu aşkının küçüklüğünden değil, çaresizliğinin büyüklüğündendi.