Doktor sabaha gözlerini elinin boşluğa düşmesiyle uyanmıştı. Sarılmak için kolunu yan tarafına atmıştı ama Birol'u görmemişti. Ayaklarının yardımıyla üzerindeki ince pikeyi vücudundan attıktan sonra uyku sersemliğinden kurtulmak için derin bir nefes almıştı. Çıplak ayakları soğuk parkeyle buluşmuş ve bu durum doktorun hiç hoşuna gitmemişti. Aslında bu soğuk onu kendine getirip uykusunu açmıştı. Üşüdüğü için kendi terliğini bulmak yerine ilk gördüğü Birol'un terliklerini ayağına geçirmişti.
Yatak odasından koridora yürürken bir kaç " Birol " diye seslenmiş ama onun evde olmadığını anlamıştı. Mutfağa başını çevirdiği de masada hazır olan kahvaltıyı ve ocağın üstündeki çaydanlığı görmüştü. Doktor, Birol'un onun için hazırladığı kahvaltıya bakıp gülümserken bir yanda da çayı ısıtmak için ocağın altını açmıştı.
Birol'un hazırladığı kahvaltıyı yapan doktor, dün Birol'un ona eşyalarını almak için köye gideceğini söylediğini hatırlatmıştı. Neden bu kadar erken gittiğini sorgulasa da asıl merak ettiği şey neden habersiz gittiğiydi. Çünkü Birol, onun haberi olmadan hiçbir yere gitmezdi. Bu yüzden kahvaltısını yaparken bir yandan da Birol'u aramış ve telefonu masanın üzerine bırakarak hoparlöre almıştı. Fakat hemen telesekreterin sesini duymamısıyla telefonu kapatmıştı. Köyde telefon çekiyordu ama tarla yolu boyunca çekmiyordu. Birol'un yolda olduğunu düşünerek kahvaltısına devam etmiş ve daha sonra ararım diye düşünmüştü.
Doktor, kahvaltısını yapmış ve üzerindeki pijamaları çıkarma gereği duymadan işe koyulmuştu. Yatak odalarında ki kalan eşyaları valize, mutfaktaki eşyaları da özenle sararak koliye koymuştu.
Valizler ve koliler ağır olduğu için kimi zaman sürüye sürye kimi zamanda ite ite kapı girişine kadar getirmişti. Son koliyide güçlükle yerine bıraktıktan sonra derin bir nefes almıştı. Bitmişti, ama kendiside bitmişti.
Salona geçip dinlenirken koltuklara bakmıştı uzun uzun. Birol'un burada kiracı olarak kaldığını biliyordu. Acaba evi eşyalı olarak mı kiralamıştı yoksa eşyaları kendisi mi almıştı? Bunu bilmiyordu. Bu yüzden hemen yine telefona sarılmıştı. Sabah aradığı zamandan sonra neredeyse dört saat geçmişti. Bu zamana kadar çoktan köye varmıştır diye düşünüyordu.
Hem bu koltukları, hem neden habersiz gittiğini, hem de köyde kalan eşyalarının hiçbirini unutmamasını söylemek için aramıştı. Ama yine yoktu. Birol'a ulaşılamıyordu.
...
" Napıyım seni ben ha? Napıyım? Odaya kapatıp, kapını mı kilitleyeyim? Bacaklarını kırayım da bir daha dışaraya mı çıkamayasın? "
Birol'un babası büyük bir öfkeyle ve çaresizlikle bağırıyordu oğluna. Bütün aile toplanmış ve Birol'la Doğuş'un arasındaki ilişkiyi öğrenmişti. Zavallı Birol ortada durmuş babasının azarlarını işitirken sadece başını eğmişti. Anne ve büyük ablası ise sanki ölü ölmüş gibi yas içinde döküyordu göz yaşlarını.
Oldukça muhafazakar olan bu ailede böyle bir durum kıyametti. Birol ve ailesi bu köyde çok güvenilen, örnek gösterilen bir aileydi. Böyle bir şeyin duyulması durumunda köylülerin aileye yapacağı baskı ve yok sayma korkunçtu. Ama bu sorunun elbette ikinci kısmdı. Onlar için en büyük sorun, Birol'un Doğuş'tan vazgeçememesiydi. Birol, hiç konuşmayıp babasına cevap veremese de, aile oğullarının kararlılığını suskunluğundan biliyordu. Ama ortada bir suç varsa da bunu oğullarının değilde, suçun Doğuş'ta olduğuna eminlerdi.
Çok öfkelilerdi Doğuş'a. Yemeklerini yiyen, evlerinde kalan ve sanki aileden biriymiş gibi güven verirken, bu yaptığı onlar için hainlikti. Birol, işte tam da bu yüzden apar topar götürmüştü Doğuş'u.
Babası tekrardan oğlunu doğru yola döndürmek için uğraşıyor, çaresizce yalvarıyordu. Kimi zaman öfkelenip kaşları çatılsada aklına oğlunun hasta olduğu ve bu hastalıktan dolayı Doğuş'a bağlandığını geliyordu.
" O şeytan seni kullanıyor oğlum. Yoldan çıkartıyor. Seni cambaz gibi parmağında oynatıyor. " diyen baba oğluna dönmüş ve yumruk yaptığı elinin işaret parmağını kaldırarak uyarmıştı. " Buna izin verme? "
Birol bir ara kaldırdığı başını babasının bu sözleriyle yeniden eğmişti.
" Birol'um yapma etme! Köy duyarsa ne deriz? Sana kız mı yok oğlum? " Bu sefer anneydi. İlk kez konuşmuştu. " Dalyan gibi delikanlısın, sana temiz güzel bir kız bulalım. " diye de eklemişti.
Annesinin konuşmasından dolayı kaşları çatılan Birol, halen daha başını yerden kaldırmamıştı. Bu durum gerçekten de onun için çok zordu. Daha önce ailesinin onun için bulduğu kızlar onu istememişti. Onun psikolojik bir hasta, hatta deli olarak görmüşlerdi. Ama bu sıkıntılı zamanlarında onun yanında sadece Doğuş vardı ve ondan hiç vazgeçmemiş, umudunu yitirmemişti. Şimdi ise iyleşmiş ve köyün bütün kızlarının bir numaralı eş adayı oluvermişti.
Birol ise böyle bir hayatı ve daha önce kendisini istemeyen bir kızla evlenmek istemiyordu. Her ne kadar konuşmayıp bunu ailesine karşı dile getiremese de, babada anneyle aynı fikrdeydi. Birol ancak evlenirse bu durumdan kurtulabilirdi.
Bu facialarla dolu aile toplantısında son sözü yine baba, " Ben bir kere seni kaybettim, ama ikinci kez kaybetmeyeceğim. " diyerek söylemişti oğluna.
Başka biriyle evlendirmek ya da zaman geçtikçe düzelir diye bekleyen aile üyelerinin görüşleri düzelmeyip kötüye gidiyordu. Babanın her öfke patlamasından sonra oğlunu kaybetmek istemiyişinden uygun bir dille uyarması, annenin çaresiz bir şekilde nasihatleri ve ablanın gözündeki yaşlar. Birol hepsine başını yerden kaldırmadan utançla göz altından bakıyordu.
...
Birol'un hastalığının sebebi; büyük çoğunlukta olduğu gibi psikolojik hastalıklarının aileye dayanmasıydı. Çocukluğu ve gençliği boyunca ailesinin sözünden çıkmayan, ama bu durumun doğru olmadığını bilen Birol, tamda ailesinin istediği bir çocuk olmak için çabalamıştı. Onun için onların kuralları her zaman doğruydu ama bir yerlerde de kafa tutmayı bekleyen bir zaman, bir genç vardı.
Birol tek oğlan çocuğu olduğu için babası onun köyde kalmasını istemişti. Dönüm dönüm tarlalar ve hayvanlar onun bundan sonraki hayatı için yeteri kadar maddiyatı sağlayacak şeylerdi. Ama Birol ilk defa ailesine karşı çıkmış ve belkide bunu istemeden de olsa asker olmuştu. Bu bir baş kaldırıştı ya da bıkmışlık, tükenmişlikti.
Çocuğunun her açıdan iyi bir yaşam sürmesini istemek elbette doğaldı. Onu bu amaçla eğitmek ve büyütmek bir ailenin görevliydi. Ama işte bundan sonrası o evlada kalmış bir karar olmalıydı. Kendi geleceği hakkında karar vermek, kiminle evleneceğini seçmek, mesleğini nerede sürdüreceğini ve yuvasını nerede kuracağını belirlemek o evladın kararı olmalıydı.