" Köyünüzde çok az insan var. " dedim elleri cebinde yanımda yürüyen adama. Şuan o kadar karizmatik duruyordu ki sürekli dönüp dönüp bakıyordum, ' Benim sevgilim mi? ' diye. Yeşil askeri postlarının üzerine giydiği kargo pantolon, botlarının renginin bir tık koyusuydu. Üzerinde ise vücudunu saran ve göğüs kaslarını belli eden gri bir tişört vardı.
" Herkes şehre göç ediyor. Gençler ya çalışmaya, ya da okumaya gidiyor. Geriye de eski nesil kalıyor işte. " diye sitem ederek konuştu.
Birol'un da dediği gibi köy nüfusunda gençler yok denecek kadar azdı. Bu güzel ortamı ve doğal yaşamı neden bırakıp gittiklerini anlamıyordum. Şehirde okuma fırsatı vardı ve çalışma imkanları daha iyiydi ama diğer meslekleri kim yapacaktı ki? Çiftçilik, çobanlık ya da besicilik... Her mesleğin diğer meslekle arasında bir ilişki olduğunu çok iyi biliyordum. En basit örneğinden; eğer traktörle tarlasını eken bir çiftçi olmasa, bu traktörü yapan mühendis ne işe yarayacaktı?
Bugün Birol bana köyünü gezdiriyordu. Köyü çarşısını ufaktan gezdikten sonra bana tarlalarını da gezdirecekti ama köyden uzaklaşmadan önce katılacağımız bir etkinlik vardı.
Birol ve ben köy halkının toplanıp yaptığı bir duaya katılmıştık. Bu yağmur duasıydı. Birol'un babasının dün akşam söylediğine göre, kışın kurak geçmiş ve yazında toprak hiç yağış almamıştı. Bu çiftçilik ve hayvancılık yapan bir köy için büyük tehlikeydi. Hayatımda ilk defa toplu bir duaya katılmıştım ve ilk defa böyle bir şey yaşamıştım. Pek bir bilgim olmadığı için sadece Birol'un yaptıklarını yapmış, sadece ona ayak uydurmuştum.
Köyün tüm erkekleri bu duaya katılmıştı ama içlerinden birisi benim çok dikkatimi çekmişti. Bu 7 - 8 yaşlarında küçük bir çocuktu. Çocuk elindeki şemsiyeyle yanımızdan paytak paytak yürüyüp giderken Birol sabır dilenerek gülmüştü bu çocuğa.
Kaşlarımı çatarak ve neye bu kadar güldüğünü anlamayarak sordum. " Seni bu kadar keyiflendiren nedir? "
Birol hala gülerek önümüzden yürüyen çocuğu işaret etti ve " Bu sıcakta şemsiyeyle gelmiş. " dedi.
Alaycı bir şekilde kendimce sırıttım ve " Çocuk o. Hem de herkesten daha akıllı. " diye söylendim. Birol söylediğim şeye durup çatılan kaşlarıyla bana bakarken " Yağmur duası yapıyorsunuz ama yağacağına inancınız yok. Bak çocuğa, şemsiyeyle gelmiş. Bu inançtır. " dedim.
Birol beni dinledikten sonra anında kaşları gevşemiş ve hak verircesine başını sallamıştı. " Hiç böyle düşünmemiştim. Hatta küçücük çocukla dalga geçtim. " demiş ve kendiyle dalga geçmişti.
Gülümseyerek Birol'un koluna kolumu doladım ve " Eee nereye gidiyoruz şimdi? " diye sordum.
Koluna girmem onu oldukça memnun etmiş olmalı ki göğsünü hafifçe kabartmıştı. Önümüzdeki yolu kaşıyla işaret ederek " Gel. " dedi. Bende etrafa bir bakış atarak tutunduğum kolun bedenine biraz daha yaklaşmıştım. Köy içinde böyle dolaşmamız ne kadar doğruydu bilmiyorum ama köydeki bir iki tane genç kızın gözü Birol'daydı. Bunu ona söylememiştim çünkü, hemen havaya girmesini istemiyordum. Bana teşhir edecek kadar güzelsin diyordu ama kendisinin ne kadar karizmatik olduğundan haberi yoktu.
...
Birol beni köyden uzakta bir cennete getirmişti. Burası gerçekten de insanın hayallerini süsleyen, masallara konu olan düşler ülkesi gibi bir yerdi. Buraya kadar epey bir yol yürüyüp, dik yokuşlu vadilerden tırmanmak zorunda kalsakda, sonunda ulaştığımız manzara her şeye bedeldi.
Büyülenmiş gibi Birol'un kolunu bırakıp bir kaç adım attım ve etrafa baktım. Bu öyle bir büyüydü ki, " Düşersin, dikkat et. " diye beni uyaran Birol'u bile umursamamıştım. Derince bir nefes alıp etrafa bakmaya devam ettim. O kadar yükseğe çıkmıştık ki köy buradan küçücük görünüyordu. Karşımda ki uçsuz bucaksız gibi görünen arazide, ağaçların birbirleriyle uyumu, sarı çiçekler açmış ayçiçeği tarlaları, yürüdüğümüz ince patika yol...