Yazarlar: NurdanKeles&SezgiSalman
Emre, Sidar'la ayrıldıktan sonra caddenin üzerinde dikkatle etrafına bakınarak yürümeye başladı. Normal ilçe halkının yanı sıra etraftaki jandarma karakollarından, birlik ve taburlardan bir sürü asker bugün güneşin tadını çıkarıyordu. Anadolu lisesinin oradan geçerken kaldırımda kalabalık bir kız grubunun gazabına uğrayınca durup onlara yol vermek zorunda kaldı. Yaşları on beş ila yirmi beş arasında değişen bir sürü kız, Şırnak halkının arasında bir Rus erkeği gibi dikkat çeken Emre'ye bakarak kıkırdaştılar. Kızlar Emre'ye baktıkça Emre de onlara nazikçe gülümsedi. Ardından etraflarından dolaşıp internet kafenin oraya doğru yürümeye devam etti.
Etrafta koşuşturan çocukların arasından slalom yaparak geçip internet kafeden içeri hızla daldı. İçeri girer girmez kapıda duraksadı. Arka fonda davullu zurnalı bir türkü çalıyordu, içerisi devlet okulu erkek soyunma odası gibi kokuyordu ve bilgisayar başında oturan tipler Fikirtepe Spor Kulübünü kuracak fiziksel niteliğe sahip görünüyorlardı. Yavaş adımlarla kafe sahibinin olduğu yere doğru ilerledi. Adamın arkasında bir sürü uyarı levhası falan asılıydı. Fakat Emre'nin en çok hoşuna gideni'Porno izlemek yasaktır' ibaresi oldu.
"Merhaba. Ben bir saat falan kalacağım. Web cam'le görüşme yapacağım." diye belirtti adama. Adam yediği bol soğanlı lahmacunu kenara bırakıp diliyle dişlerini temizledikten sonra Emre'ye kafasıyla en baştaki bilgisayarı işaret etti. "Şu bozuhtur. Diğerlerinin hepsinde kamara vardır."
Emre başıyla adam onay verdikten sonra kendine güzel bir bilgisayar seçmek için etrafına bakındı. Gözlerini tereddütlü bakışlarla gençlerin üzerinde gezdirirken tek tek herkesin ne yaptığına baktı. Kimisi şu online bilgisayar oyunlarından oynuyordu, kimisi Facebook'taydı, kimisi çeşitli sitelerde makaleler okuyordu. İki kişi de web cam'dan kızlarla konuşuyordu. Emre onlara gülerek boştaki bilgisayarlardan birine geçti. Özellikle arka manzarası düzgün olan bir bilgisayar seçti. Ailesinin arka fonda abazan internet kafe erkeklerini izlemelerini istemiyordu.
Skype'ını açıp kendi kulaklığını bilgisayar taktı. Çevrimiçi olan Efe'yle hemen bir görüntülü arama başlattı. Kısa bir süre içinde bağlantı kurulup görüntü geldiğinde gözleri şokla büyüdü. Şu an karşısında on kişi falan duruyor olabilirdi. Efe, Erdem, annesi, babası, Aybike, Burak, Melike teyzesi, Özgür, Metin ve birkaç yakın arkadaşı, sadece kafaları olacak şekilde olsa da kameranın içine sığışmışlardı. Bir tek en önde annesi yaşlı gözlerle oturuyordu. Diğerleri eğilmiş ona bakıyorlardı.
"Kamerayı televizyona bağladık!" diye bağırdı Efe. Vuslat Hanım Emre'yi görünce ağlamaya başladı. Emre babasına dikkat ettiğinde onun da gözlerinin nemli olduğunu gördü. Aybiş'in karnı nasıl da büyümüştü!
"Hey millet!!! Ne kadar kalabalıksınız! Hepiniz benim için mi toplandınız gerçekten de?" diye sordu heyecanla el sallayarak. Herkes hep bir ağızdan bir şeyler geveleyince Erdem onları susturdu. Burnunu çeke çeke ağlayan Vuslat Hanım konuşmaya başladı.
"Oğlum benim! Güzel oğlum nasılsın? İyi misin? Sağlığın sıhhatin yerinde değil mi?" diye sordu can çekişen sesiyle. Emre annesine içten bir şekilde sırıttı.
"Ooo! Değmeyin keyfime valide sultan! Az önce dikiş-nakış kursunun çıkışını yakaladım, bütün Silopi genç kızları ağzının sularını akıta akıta bakıyorlardı bana. O kadar iyi ve formumdayım yani, hiç merak etme sen!" diyerek herkesi güldürdü Emre. Ardından "Asıl sizler nasılsınız? Neler yapıyorsunuz? Ameliyat nasıl geçti Erdem? İyisin değil mi? Uğur nasıl?" diye sordu. Merakla Erdem'e baktı.
"İyiyim iyiyim. Uğur da çok iyi. Her şey yolunda gitti. İyileşiyor, daha da iyi olacak inşallah. Sen bizi merak etme, hepimiz iyiyiz. Tek sıkıntımız seni özlemek."
Emre başını aşağı yukarı sallayıp alt dudağını kemirdi. "Sıkıntım yok, dediğim gibi... Nöbet, iş güç biliyorsunuz. Zamanımın çoğu bilgisayar başında ve nöbette geçiyor. Bugün öğlen çocukları yemeğe götüreceğim."
"Oralarda et yemekleri efsane diyorlar kardo! Nasıl? Cidden güzel mi?" diye sordu Burak heyecanla. Emre gözlerini kapatıp iç geçirdi. "Offf... Var ya... Hem de nasıl... Ben Meksika'da böyle et yemedim sana yemin ediyorum Burak. Mutlaka bu taraflarda acılı herhangi bir et yemeği yemelisin."
Sözlerinden sonra yanındaki çocuğun kendisine tip tip baktığını fark etti. Öyle bir bakıyordu ki sanki sadece bakışlarıyla 'seni buraya kim yolladı' der gibiydi. Ona bakıp başını iki yana salladı 'ne var' dercesine. Çocuk önüne dönünce Emre de gülerek ailesine döndü.
"Oğlum arkada ne çalıyor öyle ya? Neredesin sen?" diye sordu Efe. Emre müziğin sesini yükselten internet kafe görevlisine baktı. Mahsun Kırmızıgül'ün uzun havası internet kafenin içini tamamen dolduruyordu adeta.
"Sanırım Nemrudun Kızı çalıyor..." demeye kalmadan Mahsun'a eşlik eden kalabalık sıra gecesi tayfası şarkının girişini söylemeye başladı. Emre el hareketleriyle adamdan müziği kısmasını rica etti. Emre'nin akabinde biri "La Mahmud! Kıs la şunu!" diye bağırınca adının Mahmut olduğunu öğrendiği görevli adam müziği birkaç kademe kıstı. Emre gülerek önüne döndüğünde annesinin az öncekinden daha fazla ağladığını görünce şaşkınlıkla ona bakakaldı.
"Anne! Niye ağlıyorsun şimdi ya?" diye isyan etti hemen, az önce komik bir olay yaşanmıştı sonuçta... Vuslat Hanım gözyaşlarını silerek "Aman işte! Üzülüyorum haline... Sen öyle yerlerde yapamazsın, bilirim ben seni. Seni ben doğurdum... Sırf biz üzülmeyelim diye bize rol yapıyorsun." diye inledi. Erdem ve Efe annelerinin omuzlarını sıvazlarken Emre gözlerini devirdi. Hah işte! Aybike'yi de ağlatmıştı annesi. "Aybiş'im bari sen yapma ya!" diye seslendi Aybike'ye. Melike teyzesi de gözyaşlarını siliyordu...
"Ya valla iyiyim ben! Çok eğleniyorum görmüyor musunuz? Cidden bu insanlar bize yansıtılanın aksine eğlenceliler. Onlarla vakit geçirmek komedi dizisi izlemek gibi. Anlamadığım bir dilden konuşuyorlar ve ben aşırı derecede keyif alıyorum. Atışmaları bile çok komik. Kürtçe konuşmadıkları zamanlarda aksanlı Türkçeleri ile konuşuyorlar ve ben gene bir şey anlamıyorum. Fakat katıla katıla gülüyorum... Lütfen anne... Üzmeyin kendinizi böyle. Şunun şurasında iki aydan az zaman kaldı. Geleceğim. Ve düşündüğünün aksine ben burayı özleyeceğim. Burada çok şey öğrendim. Çok şey değişti."
Emre herkesin kendisine bi tuhaf baktığını görünce tekrar konuyu dağıtarak milleti neşelendirdi. Aybike'ye bebekleri ve okulu sordu. Burak'a ve arkadaşlarına, milletin neler yaptığını, yeni dedikodu olup olmadığını sordu. Erdem'e ve babasına işleri güçleri sordu. Herkesle sohbet etti. En son millet dağıldıktan sonra Efe ve Aybike'yle tek kaldı. Kem küm ederek onlara Ayşegül'ü sordu. Aybike'nin onunla sık sık haberleştiğini biliyordu.
"Sabah onunla da skype yaptık. Doğum günü diye zorla evden çıkarmışlar arkadaşları. Sabah kahvaltı yapmak için güzel bir kafeye götürmüşler. Bana telefonunun kamerasını çevirerek Eyfel Kulesi'ni gösterdi... Mutlaka sen geldiğinde Fransa'ya gidelim Emre! Efe'yle konuştuk. Bunun için seni bekleyeceğiz. Kış sonu gideriz! Ben doğurmadan hemen gider döneriz. Ayşegül'ü alırı-"
"Senin hamileliğin ilerlemiş olacak Aybike. Fransa'ya gidemeyiz. Hem Ayşegül isterse kendisi döner zaten. Belli ki istemiyor. Sana Eyfel Kulesi'ni falan gösterdiğine göre... Gerçi kameramın kablosu yetişseydi ben de sana Cudi Dağı'nı göstermek isterdim. Burada da görülmeye değer şeyler var, daha şimdiden dağların zirveleri karla kaplı..." diyerek omuz silkti Emre. Efe abisinin üste çıkmaya çalışma yöntemi üzerine, buruk bir gülümsemeyle ona baktı.
"İnan bana Eyfel Kulesi umurumuzda değil. Umurumuzda olan tek şey sizin barışmanız. Fransa'da ya da burada... Bir noktada bu inadı bırakmak zorundasınız. Birbirinizi yanlış anlamaya son vermelisiniz. Ona onu aldatmadığını ispatlayabilirsin Emre. Gerekirse otel kayıtlarını alırız yollarız, bunu biliyorsun."
"Sorun ona bunu ispatlamam değil Efe. Onun bana inanması. Tamam güven veren bir tip değilim belki ama benim de buzdan da olsa bir kalbim var. Ve bu buzdan kalbim diğer kalplere göre kırılmaya daha yatkın."
Aybike, Emre'nin yaptığı benzetme üzerine yüzünü astı. Emre daha fazla ortalığın gerilmemesi adına eliyle 'boş verin' der gibi bir hareket yaptı.
"Kapatayım artık. Haftaya çok soğuk olacakmış, ilçeye inemeyebilirim. Telefonlaşırız ama en kötü. Herkesi öpün benim için. Kendinize ve bebeklere çok dikkat edin, tamam mı? Sizi seviyorum gençler."
"Biz de seni seviyoruz... Kendine iyi bak." Diye gevelediler aynı anda Aybike ve Efe. Emre isteksizce bağlantıyı kesip kulaklıkları çıkardı. Ayşegül çevrimdışıydı. Sabah Aybike ile konuştuktan sonra çıkmış olmalıydı.
Skype'ını kapattıktan sonra tam bilgisayarı kapatacaktı ki son anda durdu. Facebook'unu açıp Ayşegül'ün profiline girdi. Hala nişanlısı olarak kayıtlıydı burada. Düğünden sonrasında Ayşegül bir kez bile Facebook'a girip profiliyle uğraşmadığı için öyle kalakalmıştı her şey. Profil fotoğrafında bile hala Emre'yle beraber bir fotoğrafı vardı. Ağzı kulaklarına varana kadar gülümsüyordu. Emre de öyleydi...
Emre onun çekinerek kendisine "Evlendikten sonra Facebook'ta soyadıma senin soyadını da ekleyebilir miyim?" diye sorduğu günü dün gibi hatırlıyordu. Emre hiç tereddütsüz onaylamıştı onu. Çünkü o zamanlar nasılsa onu terk edeceğini düşünüyordu. Ve Ayşegül'ün öyle bir şey yapamayacağını...
Bugün Ayşegül'ün öyle bir şey yapması için serçe parmağını feda edebilirdi.
Facebook'ta bir süre onun fotoğraflarına baktıktan sonra bilgisayarı kapatmadan ona bir mail yollamaya karar verdi. Mailini açıp boş bir sayfaya Ayşegül'ün mailini girdikten sonra konu başlığına "Doğum Günün Kutlu Olsun" yazdı. Ardından mail kısmına geldiğinde parmakları durdu. Hiçbir şey yazamadı.
Dakikalarca boş boş ekrana baktı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Ona diyebileceği her şeyi tüketmiş olmalıydı. Sanki sonsuza kadar onunla konuşabilecekmiş gibi hissediyor aynı zamanda ona diyecek bir şey bulamıyordu. Bu çok sinir bozucuydu.
Arkada çalmaya başlayan türkü dikkatini çektiğinde parmaklarını klavyenin üzerinden çekti. Başını çevirip kafeden dışarı baktı. Sabahtan beri güneşli olan hava, şimdi kapanıyordu.
"İki keklik bir derede, imanımda ötüyor.
Ötme de keklik, benim de derdim, artıyor, sana hayran, artıyor.
Emine Hanım, konyak içmiş, karyolada yatıyor.
Yazması oyalı kundurası boyalı, yar, yar benim olsan..."
Birden on parmağıyla hızlıca yazmaya başladı. Aklına gelen her şeyi ama her şeyi sektirmeden yazdı. İçinde kalan her şeyi anlatmaya kararlıydı. Bugün onun doğum günüydü. Geçen sene Emre'nin doğum günü her şeyin başladığı gündü, bu sene Ayşegül'ün doğum günü her şeyin başladığı gün olabilirdi. Düzgünce, sorunsuz şekilde, yalanlar dolanlar olmadan... Eğer bu kez planının doğru şekilde işlemesini sağlarsa, bu sefer gerçekten peri masallarını yaşamayı başarabilirlerdi.
***
Sidar'ı bıraktığı kafeden alırken, son üç ayda dostluklarını baya ilerlettikleri kafe sahibiyle iki kelam etti. Adam hem Türkçe, hem Kürtçe bildiği için Sidar'la da, Emre'yle de rahat rahat sohbet ediyordu. Emre bu adamı ve işlettiği nargile kafeyi seviyordu.
İki arkadaş beraber ilçenin tek caddesinin üzerinde yürürken Emre ellerini ceplerine sokup gülümseyerek gökyüzüne baktı. Bulutlar toplaşmıştı. Belli ki akşama yağmur gelecekti. Ayşegül'ün ışığı da bu kadardı herhalde... Fakat Emre kendisininkini kaybetmemeye kararlıydı.
"Sidar ya... Kürtçe seni seviyorum nasıl deniyor? Otuz altı ayrı dilde bunu söyleyebiliyorum ama Kürtçesini bilmiyorum bak."
Sidar hayretle arkadaşına baktı. "Oss altı? Essah mı?" diye sordu şaşkınca.
Emre omuz silkerek güldü. "Essah tabii!!!" dedi Sidar'ı taklit ederek. Ardından sırtını dikleştirerek devam etti. "Şaka bir yana... Otuz altı abartı olmuş olabilir ama on beş, on altı dilde biliyorum... Hatırlatırım, ben kadınlarla arası iyi olan biriyim. Bütün Avrupa ülkelerinde birer sevgilim vardı. Adeta gemi kaptanı gibi. Hepsine onları sevdiğimi söyleyebilmek için öğrenmiştim."
"Şimdi de burda sevgili yapiysan?" diyerek kıkırdadı Sidar. "Ayşe noliy peki?"
Emre gözlerini devirdi. "Buradan sevgili falan yaptığım yok. Sadece öğrenmiş olmak için soruyorum. Ayşegül bundan sonra tek. Bundan sonra sadece ona bildiğim bütün dillerde seni seviyorum derim..." diye mırıldandı. Ardından tekrar ciddiyetsiz bir ifadeye bürünerek "Hem Kürtçe öğretmiyor muydun sen bana. Şimdi de bunu öğretmeni istiyorum. Nasıl söyleniyor?" diye sordu bir kez daha.
"Ez de hezdıkım."
Emre Sidar kadar genizden aksanlı olmasa da "Ez de hezdıkım..." diyerek onu tekrar etti. Bir süre bekleyip cümleyi sindirdikten sonra "Çok havalı olmasa da bilmek güzel." dedi.
Beraber ocakbaşına geldiklerinde saat ikiye yarım saat vardı. "Ben şu büfeden sakız alacağım, bir şey ister misin?" diye sordu Emre. Sidar hayır anlamında başını salladı. "Du, ben de geliyem."
Beraber büfenin oraya doğru geldiklerinde, yedi sekiz çocuktan oluşan kalabalık bir grup büfenin yanındaki küçük lokantanın önünü sarmışlardı. Emre onların bağrışmalarından ne dediklerini duyamıyordu fakat lokantanın aşçısı olan adam onları "De hayde gidin, kaybolun burdan! Bitmisiiz, dün iki, bugün beş yarın elli olacahsız, ben uğraşamam sizle..." diye azarlayıp dışarı atmaya uğraşıyordu sürekli.
Çocukların Kürtçe konuştuklarını düşünerek "Ne istiyor bunlar? Etraf çok çocuk dolu bugün." dedi Sidar'a doğru. Onun çocukların derdini açıklayabileceğini düşünüyordu. Ama Sidar başını iki yana sallayarak Emre'ye olumsuz yanıt verdi. "Kürtçe deeldir, Arapça konişilerdir."
Tam o esnada büfe sahibi Emre'ye parasının üstünü verirken "Suriyeli çocuklar... Geçen hafta baya kalabalık bi grup kaçmış sınırdan. Mülteci kamplarında yer kalmadı. Çoğu batıya gitmek için ya fırsat, ya para bekliyor. Gidene kadar da buralara yayılmış durumdalar." diye özetledi durumu. Emre aşçıyla dalaşan erkek çocuklarının arkasında durmuş, kocaman ela gözleriyle kendisine bakmakta olan gruptaki tek kız çocuğuna kilitlendi. Emre kıza gülümseyince, kız utanarak bakışlarını kaçırdı.
"Bugün Süpermen olma günü Sidar. Gerçi daha ziyade Halil İbrahim gibiyim ama... Olsun... Bugün pozitif olup sadece iyilik yapacağım!"
Beyaz önlüklü dönerci ustası gibi görünen adama doğru "Ustam! Sen oradan bana sekiz yarım köfte çek! Birer de ayran aç!" diye bağırdı profesyonel bir mahalle çocuğu gibi neşeyle. Çocuklar tepelerinde bir masal kahramanı gibi dikilen Emre'ye hayretle ve büyülenmiş gibi bakakaldılar.
"Bunların sonu yok evlat. Dün üç tanesi geldi. Acıdım verdim. Bugün arkadaşlarını alıp gelmişler. Bugün de versem yarın daha kalabalık gelecekler." dedi aşçı adam. Emre 'olsun' dercesine hızla gözlerini kapatıp açtı ve başını salladı. Az önceki şivesinden eser kalmamıştı bir anda...
"Sen bugünlük benden ver onlara, ben ısmarlıyorum... Hatta... İki ay daha buralardayım ben. Ne kadar gelirlerse gelsin, sen ver. Askerden dönmeden evvel hepsinin hesabını toptan öderim ben sana. Söz!" derken cebinden Sidar'ı almaya gitmeden evvel bankamatikten çektiği gıcır banknotları çıkardı. Sekiz yarım köfte ekmek ve ayran parasını çıkarıp adama uzattı.
Aşçı Emre'nin yaptığı şeyden emin olamayarak tereddütle parayı alıp içeri girdi. Izgaranın üzerinde pişen köfteleri ekmeklere doldurmaya başladı. Emre de bu esnada çocuklara döndü.
"Hun bi Kurdi dizanin?"* diye sordu çocuklara. Çocuklardan diğerlerine nazaran uzun boylu ve zayıf olanı yavaşça elini kaldırdı. "Ez bı Kürdi zanım."**
Emre parmağını şıklatarak önce çocuğu sonra yanında duran Sidar'ı işaret etti. "O zaman sizdeyiz Sidar'cım. Benim Kürtçe bilgim şimdilik bu kadar. Siz anlaşın, bize de anlatın konuştuklarınızı."
Sidar çocuğa Emre'nin onlara bugünkü yemeklerini ısmarladığını ve geri kalan iki ay boyunca buradan yiyecekleri her şeyin parasını ödeyeceğini söyledi. Duyduklarından sonra çocuğun yüzü heyecanla aydınlandı. Arkadaşlarına durumun Arapça tercümesini yaptığında hepsi heyecanla zıplamaya başladı. Emre'nin etrafına dolanıp ona sarılmaya çalıştılar. Emre de devrilmemek için çabalarken gülerek "Durun! Dur oğlum! Beni yiyebilirsiniz demedim. Yiyeceklerinizi ödeyeceğim dedim! Durun la devireceksiniz beni!" diye söylendi. Hepsinin başını okşadı. Gözlerinin içine bakıp gülümsedi.
Çocuklar yemekleri yerken onlarla beraber oturdular. Saat ikiye gelirken de ayaklandılar. Sidar'dan son bir kez dediği şeyin geçerliliğinin ocak ayına kadar olduğunu hatırlatmasını istedi. Sidar da bunu çocuğa hatırlattı.
En son ocakbaşına geçmeden evvel küçük kızın gözlerinin içine baktı. Kız bu sefer gözlerini kaçırmadı. Utanarak Emre'ye gülümsedi. Emre de ona el salladı.
Beş dakika sonra ocakbaşında güzel bir masaya oturmuşlar, etlerini sipariş etmişlerdi. Komutanı ve İzmirli gıcık da buradaydı fakat ayrı masada oturuyorlardı.
Önlerindeki ocakta pişen etin kokusu baş döndürücüydü. Yemek için sabırsızlanıyordu Emre. Başgarson yanlarına gelip "Ağam, senin başka misafir yoksa, başkasını alacağım buralara." Diyerek ocağın etrafındaki oturulacak yerleri gösterdi. Emre saatine baktı. İkiyi çeyrek geçiyordu. Demek ki gelmeyeceklerdi.
"Ben elimden geleni yaptım valla..." diye mırıldandı. Tam "Tamamdır usta." diyecekken "Bizsiz mi başladınız İstanbullu?" diye seslenen adamı duyunca dönüp arkasına baktı. Ankaralı Namık'tı bu. Adındaki ironi soyadından geliyordu. Çocuğun adı Vehbi, soyadı Namık'tı. Ankara'dan geliyordu. O yüzden Emre ne kadar yüzüne demese de arkasından Ankaralı Namık diyordu ona. Atatürk Üniversitesi Makine Mühendisliği mezunuydu. Emre kadar özgüvenli, biraz da uyuzdu. Ya da Emre'ye öyle geliyordu.
"Daha yeni sipariş vermiştik ama... Gelmeyeceksiniz sandık. Yerinizi başkalarına veriyorduk..." dedi Emre de. Vehbi, beş arkadaşıyla beraber ocağın etrafına yerleşti. Emre de, Sidar da hepsiyle tokalaşarak selamlaştı.
"Senin zeytindalı bu galiba?" dedi alaycı bir şekilde Ferhat. Kaşlarıyla önlerinde pişmekte olan en az bir metrelik şiş kebabı işaret etti. Emre gülümseyerek başını salladı. "Hem de bol acılı bir dal..." dedi.
Vehbilerden sonra dört kişi daha geldi. Oldukça kalabalık bir masa olarak beraber güzel bir yemek yediler. Ne kadar içki içemeseler de bardaklarını kalan günlerinde güzel şeyler olmasını dileyerek kaldırdılar. Emre kolasını içmeden evvel bir kez de Ayşegül'ün doğum gününü kutladı içinden. Kadehini biraz da onun için kaldırdı. Kolasını içerken dışarı baktı.
Yağmur başlamıştı...
***
Ayşegül şu an Pont Des Arts olarak bilinen Aşıklar Köprüsü'nün üzerinde tek başına yürüyen tek salaktı. Köprünün ortasında durmuş, Paris'in puslu havasıyla örtülü şehir manzarasını izliyordu. Sabah uyandığında hava çok güzel ve çok soğuktu. Camile, Patrice, Isabelle, Mansel ve Pascal, Ayşegül üzerinde faşist bir baskı uygulayarak sabah onu zorla kahvaltıya götürmüşlerdi. Oldukça birinci sınıf bir kahvaltı ettiğini inkar edemezdi. Türkiye'de yaptığı köy kahvaltılarını aratmayan zenginlikte bir kahvaltı etmişti arkadaşlarıyla. Ayşegül'ün Emre'yi düşünmemesi için çok gayret göstermiş ve de bunu başarmışlardı. Ayşegül'ü birkaç saatliğine de olsa güldürmüşlerdi.
Son yaşananlardan beri Jean Paul'la görüşmemişlerdi. Bugün de gelmemişti. Ayşegül bir açıdan bunun iyi olduğunu düşünüyordu. Onu görerek durumu Jean Paul için daha fazla zorlaştırmak istemiyordu. Fakat daha ne kadar böyle giderdi, onu da bilmiyordu. Böyle yaparak Jean Paul'u arkadaşlarından koparıyordu. Oysa ki senelerdir Ayşegül yokken onların yanında Jean Paul vardı. Jean Paul onların dostluğunu daha çok hak ediyordu. İkinci plana atılması gereken Ayşegül'ken, depresyonu yüzünden ön planda olan hep oydu.
Sabahki güneş, yerini bulutlara ve atıştıran yağmura bırakmıştı. Artık eve dönmesi gerektiğini biliyordu çünkü yakın zamanda yağmur şiddetlenecekti. Fakat uzun bir aradan sonra dışarı çıkıp yürüyünce bu iyi gelmişti Ayşegül'e. Bütün gün şehrin sokaklarında boş boş gezmiş ve hafta sonu kalabalığına karışmıştı. Hayatında geçirdiği en karamsar ve en kötü doğum günü olmasına rağmen tek başına yürümek iyi hissettirmişti.
Köprünün üstündeki çiftlere bakarken yüzünü buruşturdu. Bir süre dikkatini sağındaki Louvre Müzesi'ne verdi. Fakat öpüşen çiftler sürekli gözüne gözüne giriyordu.
"Lanet olası aşıklar şehri!" diye söylendi kendi kendine. Sonra birden söylediği cümlenin asıl manasını düşündü. Paris aşıklar şehriydi. Aşık çiftler şehri değildi. İsterse tek başına da aşık olabilirdi. İkinci bir kişiye ihtiyacı yoktu!
Yine de bu içindeki, köprüdeki tüm kilitleri tek tek söküp herkesi kendisi gibi mutsuzluğa mahkum etme isteğini köreltmiyordu.
Tam artık eve dönmek için hareketlenirken telefonuna gelen bir mesajla doğruldu. Kendisini olduğundan daha da şişman gösteren kalın kabanından telefonunu çıkardı. Aybike Whatsapp'tan mesaj atmıştı.
'Ultrason görüntüsünü yazıcıda taratıp sana maille yolladım. İkisi de efsane güzel çıkmış. Kızım resmen poz vermiş hatta! :)))'
Aybike'nin mesajı Ayşegül'ün yüzüne tokat gibi çarptı. Eğer kendisi de bebeğini aldırmasaydı şu an ultrason görüntülerine bakıyor olabilirdi. Bebeği ona el falan sallıyor olabilirdi...
Gözünden istemsizce bir damla yaş süzülürken köprünün korkuluklarına dayanıp mail kutusunu açtı. Lanet olası asma kilitler sırtına batıyordu!
Mail kutusu açıldığında en üstte Aybike'nin attığı 'Bebişler!' başlıklı e-posta vardı. Onun hemen altındaki posta ise, Ayşegül'ün kalbinin atmayı bırakmasına neden oldu.
Emre 'Doğum Günün Kutlu Olsun' başlıklı bir mail atmıştı.
Bebek resimlerinden önce titrek parmaklarıyla Emre'nin mailini açtı. Gözündeki yaşlardan ötürü görüşü bulanıklaşırken okumaya başladı.
'Sevgili Ayşegül,
ŞİMDİ OKUDUĞUN
3E: AŞK-I DÖNENCE
Fiksi Umum"Bu Nurdan Keleş ve Sezgi Salman'ın ortak hikayesidir." Hayat tarzları farklı bu üç seksi kardeşin dünyasına girmeye hazır mısın? Kalbinde derin bir yara taşıyan Erdem, bunu kimseye yansıtmaksızın, tüm ciddiyetiyle diğer iki kardeşinden çok farklıdı...