23 Eylül Salı
2015
18:40 civarı, idk
ilerideki ekrandan hangi durakta olduğumuzu takip etmekten vazgeçip başımı cama yaslıyorum. camda bir kız bana bakıyor. gözlerinin altının morluğu yansımasında bile belli, gözleri dolmuş. otobüsün ışıklarıyla gözlerindeki yaşlar parıldıyor. kendini sıkıyor mu yoksa ağlamaya mı çalışıyor anlayamıyorum. dudakları büzülüyor, evet; kendini tutuyor. ağlamayacak, toplum içinde ağzını yamultarak ve hıçkırarak değil. aldığı nefesle burun delikleri genişlerken iki gözü de onu hayal kırıklığına uğratıyor, damlalar garip elmacık kemiklerine doğru iniyor. kız sinirli, gözleri üzgün, saçları kabarık, yüzü ıslak. eğer sorarsam üç yıldır en iyi arkadaşı olan -birinci yıl tanışma, ikinci yıl sınav yüzünden ortadan kaybolduğu aylar, üçüncü yıl; kızın hayatına birilerini almak için en iyi seçimi yaptığı yıl-, insanı ilk defa gördüğünü öğreneceğim. ben sormuyorum, o söylemiyor. gözleri onu anlatıyor. kendimi tutamazsam; mutluluğunu, ona dokunduğunda ellerinin titreyişini ondan saklayışını, o ona sarıldığında omzunun tamamen kasılışını ona hissettirmemek için kendini ona yaslamaya çalışıp geri çekildiğinde çantayı zıplayarak yukarı çıkarmaya çalıştığını, o kısacık, minnacık süre -yaklaşık 2 saat- boyunca gözünü ondan ayırmamaya çalışışını, gülerken, onu izlerken, yürürken, migrosta su ararlarken, kahve siparişini verirken güzel gözükmeye çalışışını öğreneceğim. kafasında gezen yüzlerce tilkiye rağmen ona baktığı her saniyede kafasında kurulan ötesiz düşüncelerin yok oluşunu ve o seslerin susuşunu, panikleyip bir sonraki adımı düşünmek yerine kahve bardağının üzerine kenetlenmiş ellerini izlemeyi tercih ettiğini anlatacak bana. eğer ona dokunursam, her an onu kaybetme duygusuyla, birazdan, sadece birkaç an sonra yanından gideceğinin bilinciyle sıktığı kahve bardağının yamulan kenarlarından akıp elini yapış yapış yapan kahveyi hissedeceğim. kız mutlu, gözleri yaşlı, kalbi dolu, kafası rahat. eğer sorarsam ona, susmayacak. anlatacak; bana sarıldı diyecek. içtenlikle, sesim ince mi, dişlerim sarı mı, ağzım çok açık mı, diye düşünmeden güldüm diyecek. bana son aylarını ve kendine yarattığı yalnızlıkla kendini nasıl boğduğunu anlatmayacak belki; ama gözlerindeki mutlulukta bir gariplik göreceğim; kahkülleri sayesinde belirginleşen gözlerindeki o küçük noktalar. iki tane; her bebeğe bir tane. tüm karanlığını almış, büzmüş, yok etmeye çalışırken elinden geldiğince küçültmüş ve o küçük daireyi gözlerinde saklamaya çalışarak bir köşeye atmış. kız yorgun, gözleri azimli, saçları bozuk, gözlüğü yamuk, hayatı çapraz. kız kararlı.
eğer ki onunla konuşmayı denersem, ağzını açtığı anda ağlamayacak. yanaklarını içerden ısırdığı tahmin edilebiliyor; elmacık kemikleri geçen her saniye daha da belirginleşiyor sanki. ama ağzını açtığı anda bana yeni hayatını anlatmak isteyecek. bugünü miladı yapmak istediğini, artık o'na her şeyi anlattığına göre, -son birkaç gündür bulduğu ve herkesten delicesine sakladığı uğraşını o'na bir mektupta açıklamış- hayatının diğer bölümüne geçmeye hazır olduğunu söyleyecek. diğer planlarını ve kalıplarını yıkamamış, ama bir sürü yeni madde ekliyor listesine. bunları düşünürken kızın gözleri bir aşağı bir yukarı kayıyor. listeyi kontrol ediyor. "hazır mıyım?" kız hazır. gözleri yorgun. kolları üşümüş. ayakları yorulmuş. bağcıkları çözülmüş.
ama kız mutlu, o kadar mutlu ki, eğer ben ona nedenini sorarsam ilk cümlesine gülerek başlayacak, son cümlesiniyse kocaman bir sırıtışla bitirecek. kız mutlu, kız mutlu, kız mutlu. kız unutmuş. kız yalnız değil.kız çok mutlu. hepsi o'nun sayesinde. içtiği kahve, yürüdüğü meydan, kucağına düşürdüğü ve kendisine saplanmasından bir anlığına korktuğu kahvaltı bıçağı, o'nun hediyesi ve o gibi kokan tişört, sokakta karşılaştıkları esenyurtlu sigara isteyen keko çocuk, feribot seferleri sekmesi. kız mutlu, kız mutlu, kız mutlu. gözleri tekrar doluyor, dışardaki dükkanlara sanki o'nu ölümle tehdit ediyorlarmış gibi sert bakışlar atıyor, ağlamıyor gibi davranmak için gözlerinden nefret kusuyor. yeterince nefret edersem yeterince sert olurum, diye düşünüyor kız. gözyaşları akmaya devam ediyor, o'nu bir sene daha göremeyecek olmanın bilinciyle, beklediği durakta onu birkaç dakika daha görebilecek olmanın ama bunu yapamamanın farkındalığıyla, kendini durdurmuyor kız. bir ara duracağını biliyor. belki de aylardır ilk defa kendini bırakıyor. dişlerini sıkmayı bıraktığını aniden farkediyor, ıslak yüzündeki şaşkınlık ifadesi biri habersizce fotoğrafını çekse fotoğraf yarışmalarına katılacak türden. kız mutlu, dişleri rahat, gözleri yaşlı ve parlak, saçları kısa ve dağınık, pantolonu bollaşmış ve yamulmuş, tişörtü kırışmış ve üzerinde kaymış, kalbi kırılmış ve japon yapıştırıcısıyla yapıştırılmış.
kız mutlu, her şeyi o'na borçlu. hata mı yapıyorum diye düşünmeden tüm damarlarını ona bağlıyor ve o olmadan yaşayamıyor. o olmazsa ne yapardım senaryolarını yazıyor ve hepsi o kadar yabancı geliyor ki hepsini çöpe atıyor. kız mutlu, üzgün, yalnız, kırgın, cesur, güzel, sert, kıskanç, zeki, çirkin, zayıf, şişman, kumral, belki de hepsi. ama pişman değil. kız pişman değil.ışıklar değişiyor. cadde aydınlanıyor. gözlerimi kırpıştırıp başımı camdan çeviriyorum ve bana bakarak parıldayan sarı-beyaz "beyazıt" yazısını görüyorum. geldik. telefon çalıyor. efendim anne? pekala, geliyorum. babama söylersin. geldik biz. ben geldim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Eskiz
Non-Fictionbir kız vardı. üzgündü. asansördeydi. adımını yavaşça dışarı atıp başını kaldırdığında dışarıda yağmurun hafif hafif serpiştirdiğini gördü ve içinden bir küfür savurdu, çünkü üzerindeki tişört çok inceydi. kız ölmeliydi.