12 Ekim Pazartesi
annem ablama sesleniyor. okul vakti gelmiş. ablamın adını tekrar, tekrar ve tekrar duyuyorum; sonrasında bir uzun cümle daha. babam kalkmamış, okula kendimiz gideceğiz. kapalı göz kapaklarımın ardından gözbebeklerimi deviriyorum ve tıkalı burnumdan bir nefes için izin istemeye çalışıyorum. kısa saçlarım elbette ki karmakarışık olmuş ve elim alnıma giderken annem odamın kapısından başını uzatıyor, bana iki metre uzaklıktaki kapı pervazındaki ağırlığı hissedip gözlerimi aralıyorum, annemse bana bir bakış atıp bir şey demeden gidiyor, birkaç saniye sonra yatak odası kapısının kapanış sesi ve hemen ardından o büyük yatakta oluşan ağırlığın habercisi gıcırdama sesi geliyor.
bu güzel uyandırma şekli için teşekkürler.
evdeki en rahat yatak olduğu iddia edilen yatağımdan kalkıyorum. iddialar asılsız, bacaklarım üşüyor. üşümek ne kelime, donuyorum azizim! vücudum 'üşümek' denilen nimetin ilk defa bu seneler tadına bakıyor. geçen yılki ani hastalığıma kadar dombili, yağ torbası bir çocuktum; fok gibi. yağlarım her daim yanımda oldu ve beni kısa kollu tişörtlerle kar oynarken bile ısıtıp destekledi.
şimdiyse yoklar.
geçen seneki ani üzüntümün getirdiği hastalık, kusmalarım, ani kilo kaybım. bana güzelliği getirdi mi bilemem, lakin şekilsizliğini bir miktar kaybetmiş bacaklarım artık 9 ekim'de şortla dolaşmayı kaldıramıyor. destekçi üvey annelerim beni terk etmiş, artık kendi kendimi ısıtmam gerekecek.
banyoya giriyorum, ışığı kapıdan geçişimle aynı saniyede açıyorum. her seferinde ilgimi çeken altın fayanslardan yansıyan ışıklar sabahları zerre umrumda değil. geniş lavaboda hemen yüzümü yıkıyorum, kahküllerimin dipleri ıslanıyor. "zaten her sabah oraya su gideceği için hızlı uzayacaklar, her sabah yüzünü yıkayacak bu kız." su, saçın hızlı uzamasına yardımcı olur.
odama geri dönene kadar banyo kapısındaki, ablamın kapalı kapısındaki, ve de benim çıkarken hafifçe çektiğim kapılardaki aynalarda kendimi görüyorum. gözlerimi kapatıyorum ve her köşesini ezbere bildiğim odamda sıkıntı yaşamadan ilerleyip "büyük" aynamın önünde duruyorum, ellerimi makyaj masasına yaslıyorum.
her sabah suratım asık, fakat bu sabah gözlerimin altı daha karanlık, dudaklarım daha kalın, bakışlarım daha da yabancı. bunu kim görebiliyor? kim anlayabiliyor, benim neye üzüldüğümü? hanginiz bana "ya iyi misin?" diye sormak yerine bana yardım edecek? kafamdaki kız "hangisi ha, kim?!" diye çığlık atacakken aynadan uzaklaşıyorum. insanlara yardım edeceğim.
raftan eteğimi alıyorum, en kısası bu. neden bu? en darı bu da ondan. beyaz tişörtler... okul tişörtü yok. kendi yakalı ve amblemsiz tişörtümü alıyorum ve düğmeleri açık olduğundan kolayca üzerime geçiriyorum. beyaz. lakin ben yastayım, üzerime bir şey daha gerek.
köy evindeki dolaplardan çıkan, babamın evliliğinin ve mesleğinin ilk yıllarında giyip şimdi yüzüne bakmadığı kazak imdadıma koşuyor. bayramda babaannemlerde üşüdüğünde üzerine giydiği, benim zorla çıkarttırıp kendim giyeceğimi söyleyerek dolabıma getirttiğim kazak. babamın üzerinde kısa duruyordu, benimse dizime en fazla altı parmak uzaklıkta ve de, ve de; cepsiz. benim ceketim bu kazak, kalın sayılmaz ve bol, ve de, ve de; cepsiz.
telefonumun olmayışının yasına dair cepsiz kazak giyiyorum. cepsiz? cepsiz. bu benim üzülme listemdeki bir maddeye işaret olarak giyilecek kazak. bir niteliği daha var; kimsenin anlamayacak olması.
god knows i tried.
beyaz yakalarımı kazaktan çıkarıyorum ve tüm düğmeleri iliklediğimden 'classy' tarzına bir giriş yapıyorum. zorunlu siyah çorabım ve eteğim de tamam, lacivert ve timsah amblemi sayesinde benim için dionysos'u temsil eden çantamı alıyorum. bugün onun neşesine ve etkileyiciliğine; sarhoşluğuna ihtiyacım var. odamdan çıkmak üzereyken kenarda açık şekilde duran fred perry, defne yapraklı taç sembolüyle bana el sallayıp yardım edebileceğini belirtmek istiyor. üzgünüm, hermes.
depoya ilerliyorum, aslında ayakkabıların raflara sıra sıra dizildiği bir oda burası, ama depo diyoruz. beyaz, bez spor ayakkabıları göremiyorum, başımı eğdiğimdeyse bana selam duruyorlar. parmaklarımı kıtlatıp onları da alıyorum ve kapıyı sessizce açıyorum. ayakkabıların bağcıklarını çözdükten bir dakika sonra işte; ayağımdalar. yasımdan bir miktar eksiltmek için bu beyaz ayakkabıları giyiyorum. arkadaşlarım üzüldüğümü düşünmesin diye. beyaz ayakkabıları giyiyorum. beyaz ayakkabılar.
içeriden ablamın çantasının fermuarının sesini ve adımlarını duyabiliyorum, ama bu kapıyı çekmemi ve zaten bu katta olan asansörün düğmesine basmaktan beni alıkoymuyor. asansördeyim, hızlı adımlarla ilerliyorum ve sitemizin üç podyum uzunluğundaki düz yolunda yürüyüp güvenliğe selam vermeden gelen dolmuşa elimi uzatıyorum. çantamdan gözlüğümü ve cüzdanımı çıkarırken kendime güvenen adımlarımla karşıya geçip gözlüğü takıyorum ve dolmuştayım. uzaktaki ablamın silüetini görüyorum. ah, şimdi orta parmağımı kaldırmak ne de güzel olurdu. sakince cüzdanımdan parayı çıkarıp adama uzatıyorum ve bir yere oturuyorum.
okuldan sonra arkadaşıma gidiyorum. orda, burda, şurda, evde. kimse anlamadı. ben ve kız anladık sadece. o beni biliyor, fikri de onunla seçtik zaten. kimse anlamadı, aman. sembolizm üzerine kurulu hayatım beni mutlu ediyor; bu kendi başıma yapmam gerekiyorsa öyle olsun. ah, pardon; durun. kız var. kız yanımda. kız burada.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Eskiz
Non-Fictionbir kız vardı. üzgündü. asansördeydi. adımını yavaşça dışarı atıp başını kaldırdığında dışarıda yağmurun hafif hafif serpiştirdiğini gördü ve içinden bir küfür savurdu, çünkü üzerindeki tişört çok inceydi. kız ölmeliydi.