Bu hikayemiz bitti, yenisinde buluşalım! İkinci bölümü de yayınladım, maşallah deyin şimdilik güzel gidiyor :)
Girit'te muhteşem bir Nisan sabahıydı, denizin üstünde kahvaltı için gezintiye çıkmış martılar, baharın gelişini müjdeleyen kuşlar ve rengarenk açmış çiçekler, her şeyin güzel olacağını haykırır gibiydi. Balkona çıkıp denizi izlerken, burnuma çiçeklerle birlikte, yumurtanın da kokusu geliyordu.
"Kahvaltı hazırladım!" diye seslendi aşağıdan.
Günün keyfini biraz daha çıkarmak istercesine balkonda gezindim, aşağıda hamur açan yaşlı teyzelere selam verdim. Keşke herkes bu güzel manzaraya, bu doğallığa benimle birlikte şahit olabilseydi, diye düşündüm. Keşke, O benimle birlikte olabilseydi.
Kahvaltı etmek için merdivenlere yöneldim, soğuk taşlı merdivenler çıplak ayağıma temas ettikçe içimi üşütmüştü, aşağıda terliklerimi giydim ve eskimiş bir ceketi üzerime geçirdim. Mine'yle kaçtığım günden beri, hiçbir iş yapmadığımı fark ettim mutfağa indiğimde. Her şeyi o yapmıştı. Gideceğimiz yerlerin planını o yapıyordu, yemekleri, kahveleri, evleri, insanları... Her şeyi seçiyordu.
Bana hala güvenmediğinin farkındaydım. Eğer bir şey benim kontrolüm altında olursa ona yanlış yapacağımı düşünüyordu. Saflığa erişmeye çalışsa da, hala kötü biri olmanın onda yarattığı güvensizlik duygusu içinde bir yerlerde gizliydi.
"Bunların hepsi ev yapımı." Dedi hazırladığı masaya bakarken. Çok doğal bir sofra olmuştu. Kırmızı kareli masa örtüsü, beyaza boyanmış ince demir masanın üstüne seriliydi, ekmek sepetinin içindeki ekmekleri, kâselerin içindeki zeytini, reçeli, peyniri, her şeyi buranın yerlisi yapmıştı. Yumurtalar da bahçedeki tavuklarındı. "Ben o hayvanların şeyinden taze çıkmış yumurtaları yemem." Dediğim için, yağda yapıyordu hep.
"Keşke kızartsaydın." Dedim dilimlediği ekmekleri önüme koyarken. "Kızartmak zararlı." Dedi. Mine burada gençleştiğine inanıyordu, içinin temizlendiğine ve gerçekten özgür olduğuna. Çok mutluydu. Mutluluğunu bozmamak için oyununa katılıyor ve rolümün hakkını veriyordum.
Bu geldiğimiz beşinci yerdi. Her hafta farklı bir yere gidiyorduk, gittiğimiz hiçbir yerde teknoloji yoktu. Şehirlerden ziyade kırsal yerlere gidiyorduk. Kıbrıs dışındaki her yerin güvenli olduğunu düşünüyordu. Bu gün, Girit'teki son günümüzdü. Teyzelerden biraz mantı alıp başka bir yere gidecektik. Gittiğimiz yerlerden, kalıcı hiçbir şey götürmüyorduk genelde. Ona göre seyahat etmek demek, gittiğin yerin koşullarına uyum sağlamak demekti. Yanımızdan bir şey götürürsek bunun seyahat değil taşınma olduğuna ve dünden gelen her parçanın mazi olup, anın ruhunu bozduğuna inanıyordu.
Mine Keskinkılıç'ın ruhu kırkından sonra evrim geçirmişti.
Onun oyununda başroldüm. O yönetmendi. Kendi hayatımı çok özlemem dışında, aslında pek bir şikayetim yoktu. Geziyordum işte. Ama ailemi özlemiştim. Koray'ı, babamı, dostlarımı, şehrimi, evimi, kendimi... Burada Mine'yle onun kafasında şekillendirdiği ütopyayı yaşayan bir kukla olmuştum. Manevi ve cinsel yönden kullanılmanın zirvesindeydim. Fakat bir o kadar da ruhumun arındığına inanıyordum. Neydi o, Budistler mi? Abdallar mı? İşte onlar gibi deneyimler yaşıyordum.
Amacım, uzun vadede bu meseleyi çözmekti. Mine'yi ansızın öldüremeyeceğimizi babam ve Koray birbirlerini deli gibi döverken fark etmiştim, kaçıp ona gelirken aklımda her ne kadar bu fikir yoksa da, teklif ettiğinde artık geri çevirmenin bir manasını olmadığını düşünmüştüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gangsterlerin Pençesinde
AksiBaşına gelen talihsiz olaydan sonra seks kulüplerini, alkolü ve uyuşturucuyu bırakmış olan Avşar Hancızade'nin hayatı, gecenin bir vakti kolunda kurşunla eczaneye gelen gangsterle beraber yeniden değişecektir. Dağılmış ailesi, arkadaşları ve bozulmu...