5. Bölüm
Altın Yol
Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış,hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, yalnızlığının gururu içinde memnun olmaya çalışmıştı.
-Sabahattin Ali/ Kuyucaklı Yusuf
İstanbul, içinde barınan insanların acıyan kalplerini duyarcasına ağlıyordu ikindi vaktinde. Rüzgar ile harmanlanmış yağmur büyük bir tufan koparıyor ve evin duvarlarına vuruyordu. Petridis, terasa açılan kapıdan gelen gürültü ile yavaşça araladı gözlerini. Eli saçına gittiğinde sarmaşık gibi yatağa sarılan saçlarını karıştırdı ve nerede olduğunu teyit etmek amacı ile etrafına bakındı. Uyku sersemliği ile yatakta bir süre döndü daha sonra ise omuzlarındaki yorgunluk ile dikildi ayağa. Gördüğü ilk şey kendisi olmuştu. Altın ile işlenmiş ve üstün zanaat örneği olan boy aynası yatağın hemen çaprazında, teras kapısının üç metre ilerisinde duruyordu. Üzerinde sadece beyaz gömleği ve deri donu(pantolon) vardı. Giysilerini odaya girdiği vakit çıkartıp kenara atmıştı. Gözleri bir süre kendinde gezindi.
Mavi gözlerinin altı mor halkalar halinde içe çökmüş lakin uyumanın verdiği etki ile de bir yandan şişmişti. Dudakları gittikçe solgunlaşmıştı bu aralar. Sürekli kendini gösteren hava değişimi pek iyi davranmamıştı onlara. Yanakları da yüzünün geri kalanını ile fevkalade bir uyum içinde ziyadesi ile kurumuştu. Ellerini uzun sarı saçlarında gezdirdi. Tek güzel olan şeyiydi kendince. Upuzun, güneşin bağrından kopup gelmiş gibi duran dalgalı saçları... Ufak bir gülümseme belirdi yüzünde. Babasının saçları ile oynadığı o anlar doldu zihnine, ne olmuştu da bu hale gelmişti? Nasıl bir caniye dönüşmüştü? Bu; altın saçlı, babasının minik kızı ne ara kadınlığını basit bir insan gibi kullanır hale gelmişti. Eğer ağlayabilseydi şu anda yüksek ihtimal ile gözleri buğulanırdı.
Petridis gözlerini bir süre daha kendinde gezdirdi. Çökmüştü. Yazıya, söze, betimlemeye gerek yoktu; bir bakış anlatırdı onun halini.
Yüksek ihtimal ile bir iki kilo da vermişti. Beyaz gömleğinin altındaki vücudu eskiye oranla daha çelimsiz duruyordu. Terastan tekrar sesin gelmesi ile mavi gözlerini çevirdi. Kış iyice yaklaşmıştı ve Osmanlı içeride şenlik yaparken dışarısı soğuk cehennemi yaşıyordu. Fırtına hiç durmadan kapısına üflüyor ve soğuk havayı içeriye ittiriyordu. Çıplak ayakları ile hızla ilerledi ve kapıyı tutu. Kapatacağı sırada gözleri manzaraya kaydı. Deniz ayaklarının altındaydı.
Usulca gülümsedi ve çıplak mermerlerin soğuk yüzeyine basarak aynı şekilde mermerden olan korkuluklara ilerledi. Hemen altta Has Bahçe dedikleri alan vardı lakin havadan mütevellit kimse yoktu. Saçlarını bu sefer tek omzuna topladı ve derin bir nefes aldı. Soğuk havayı severdi. Gözlerini diğer balkonlarda gezdireceği sırada onu gördü. Bir Yunan heykeli gibi tüm kusursuzluğu ve heybeti ile dimdik dikiliyordu kendi balkonunda. Gözlerini kısıp odağını sağlamlaştırdığında, onun kehribar gözlerinin bir an bile kırpmadan kendisine baktığını fark etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FEVERAN » Sultan Mustafa
Historical FictionSessizlik derler en büyük ihanetmiş. Ben sessizliği bu sarayda öğrendim Sultanım, tüm benliğime ihanet edilirken, ırkım benden medet umarken ben ise sessizliği öğrendim. Sustum. O ihtişamlı sarayın büyüsü sarmaladı beni, yakutların parıltısı, altınl...