Yİ/38.BÖLÜM

15.9K 759 748
                                    

#BÖLÜM ŞARKISI: Cem Adrian-Kanarım

(Lütfen satır arası yorum yapmayı unutmayalım, hepsini teker teker okumak istiyorum:))

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

(Lütfen satır arası yorum yapmayı unutmayalım, hepsini teker teker okumak istiyorum:))

|YOLCULUK İSTANBUL|-38

Bir sel vardı yüreğimde...

Sevdiklerimi akışıyla götüren, beni ise sularında çürüterek bitiren. Bu, benim bedenimin afetiydi. Dayanamadan yıkılmış, ruhumu ise çoktan hür bırakmış akışla beraber dört duvarlı, beyazla boyanmış odaya hapsetmişti. İçimdeki sel beni yakmıştı, içimdeki sel beni kavurmuş ellerimeyse sevdiğim insanın şu anda bulunduğu yerden yapılmış bir odanın içerisine bırakmıştı. Neden ruhlar toprak olmuyordu da bedenler oluyordu? Ben onun ruhuna değil; bedenine, varlığına ihtiyaç duyarken tanrı neden onu toprağa hapsetmişti?

Oturduğum sandalyeden dışarıya bakmaya devam ederken bir haftadır dinmeyen bir damla daha gözlerimden düştü, yanaklarımdan sonra izi bilinmeyen bir yolda kayboldu. Dışarıda bir şeyler oluyordu; dikkatle baktığım fakat zerre anlamadığım şeyler. Görüyordum, duyuyordum ancak zihnimin içerisindeki yasa, karanlığa ışık tutacak şeyi bulamıyor; bulsam bile algılamayacak güçteydim. Bağrımın ağrısını öylesine hissediyordum ki, beynimin içerisinde dönüp duran Merve'nin yüzü, Damla'nın haykırışı ve Birgül yengenin feryadıyla allak bullak olmuştum. Derin bir nefes aldım ve göğüs kafesime saplanıp dinmek bilmeyen acının son bulması için gözlerimi sımsıkı kapattım. Ellerim oturduğum sandalyenin her iki tarafına da sımsıkı yapıştığında dudaklarımı birbirine bastırdım.

Kaybetmiştim.

Merve'yi kaybetmiştim. Sadece Merve'yi değil.

Çocukluğumu kaybettim; yoldaşımı ve bir diğer annemi kaybettim.

Çok şey kaybetmiştim. Hayatımıza aldığımız insanlara birden fazla sıfat taktığımız zaman yüreğimiz onların varlıklarıyla doluyordu ancak kaybettiğimiz zaman boşluğu dolduramayacak bir yalnızlıkla baş başa kalıyorduk. Bu böyleydi işte; biri doğar insanlar güler, biri ölür insanlar ağlar. Dünyada bir tutuksuzluk, asla eşitlenemeyecek bir düzen vardı. Ölüm, bir annenin ciğerinin sökülüp atılması kadar acı vericiyken; doğum, bir annenin yüreğinin üstüne bir başka yüreği koyacak kadar umut verici ve mutlulukla doluydu.

Çok geçmedi, sürekli tedbir amaçlı yanımda bulunan ve neredeyse dakika başı beni kontrol etmeye gelen hemşirelerden birisi tekrar gelmiş olmalıydı ki, kapının açılıp kapanma sesini duyabilmiştim. Umursamadım, sadece tepki olarak hafif bir irkilme eşliğinde gözlerimi açtım. Tekrar uzaktan birisinin gözlemleyeceği daha sonra ise bakmaya doyamadı diye yorumlayacağı bir şekilde öylesine dışarıya bakmaya başladım. Ta ki omzuma konan iki elin ağırlığı ve başımın üzerinde hissettiğim sıcak dudaklarla hüznün gemilerinin yüreğimdeki selde boğulduğunu hissettim ve bedenimin bu üzüntüyle titremesine mâni olamadım.

YOLCULUK İSTANBULHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin