Otuz Üçüncü Bölüm: Bir Türlü Açılamayan Sır Kutusu

1.5K 166 56
                                    

"Kurabiye ister misin?"

Matt sevecenlikle başını salladı. İkimizin de dersi şans eseri boştu ve ikimiz de soğuk olmasına rağmen okulun bahçesindeki ulu ağacın altında oturuyorduk. Üzerimizde montlarımız, ellerimizde de karton bardakta birer kahve vardı. Minik, damla çikolatalı kurabiyelerin içine doldurulan paketi arkadaşıma uzattığında kemikli, uzun ve ince parmaklarını paketin içine daldırdı. Kendisine bir tane kurabiye alırken dilinin ucunu dışarı çıkarıp üst dudağına değdirerek muzipçe sırıtıyordu.

"İnsanlar genelde yiyeceklerini benimle paylaşmazlar. Buna alışkın değilim."

"Normal değil mi? Yemediğin neredeyse hiçbir şey yok."

"Hep aç oluyorum."

"Hep aç oluyorsun."

İkimiz de güldük. Ağzının içinde kurabiye parçalarından kıtır kıtır sesler geliyordu. Koca bahçenin içinde sanki bu ses yankılanıyor gibiydi. Başımın arkasını yaprakları dökülmüş, dalları incecik, kırılgan ve çıplak olan ağacın sert gövdesine yasladım. Bazıları sevgilerini ya da arkadaşlıklarını ölümsüzleştirmek için onun gövdesine kazımışlardı. Ama ben sadece bunu yaparken ona acı çektirdiklerini düşünüyordum.

İnsanların bazı metaforları ya da batıl inançları canımı sıkıyordu.

Matt'in kalın montunun altına saklanan kaslı kolu benim koluma yaslıydı. Neden sadece bizim sınıfın dersinin boş geçmek zorunda olduğunu bilmiyordum. Boş dersleri sevmezdim çünkü hiçbir zaman eskiz defterime bir şeyler karalamak dışında yapabileceğim türden şeyler olmazdı. Kaset çalarımın pilleri de bitmişse eğer... ders sonuna kadar öylecek beklerdim.

Felix'le arkadaş olduğumuz günden bu yana hiçbir dersimiz boş geçmemişti. Eğer bir tanecik bile olsa boş kalmak zorunda olan dersimiz olsaydı onunlayken hiç sıkılmayacağımı düşünüyordum. Çünkü Felix sevecen birisiydi ve her zaman insanlarla konuşabilecek bir konusu olurdu. Çok okurdu, çok fazla şey izlerdi. Bir şeyler araştırmayı sevdiğini de biliyordum. Buraya taşınmadan önce yaşadıkları yerde bir keresinde cumartesi gününün tamamını yerel halk kütüphanesinde geçirdiğini söylediğini hatırlıyorum. Babası gelip nerede olduğuna bakmasa ne saatten ne de ailesine haber vermeyi unuttuğundan bir haberi olurmuş sanırım.

Ben arkadaşımın sahip olduğu bu kişiliği annesi ve babasının akademisyen oluşlarına bağlıyordum. Mutlaka ona da bu araştırmacı ruhu aktarmış olmalılardı.

Keşke ben de birazcık Felix gibi olabilseydim. Üniversitelere başvurma zamanımız gelmişti ama henüz ne olacağımdan ya da ne olmak istediğimden bile emin değildim. Kabul etmek gerekirse bu biraz can sıkıcıydı. Rüzgârın savurduğu yere giden kurumuş, cansız bir yaprak parçası misalinde hayatımı yaşamak istemezdim. Ama zaten yeterince karışıktı.

On yedi yaşındaydık ve bazılarımızın ebeveynleri bizi cam fanusun içinde büyütüp, kararlarımızı bizim yerimize alırken sistem sayesinde geleceğimizle ilgili doğru kararlar almamız bekleniyordu. Elbette bazılarımız çok daha erken bilinçlenen bireyler haline gelebiliyorduk.

Mesela Felix, mesela Matt, mesela Asher.

Ama ben abim ve teyzem gibi bilinçli iki ebeveynim olmasına rağmen, hayatımın yönünü ne tarafa çevirmem gerektiğini bilmiyordum. Bana doğarken bir gemi bahşedilmişti ve bir de ne zaman sonlanacağını bilmediğim uçsuz bucaksız, masmavi bir deniz. Ufuk çizgisiyle ayrılan bir de gökyüzü.

Ama bana denizin içinde ya da gökyüzünde olabilecek, gemimi ilerletmemdeki süratimi etkileyecek, bana zarar verebilecek şeylerden bahsetmemişlerdi. Bana bir rota vermişler gibi gösterip, belirli bir yaş aralığına geldikten sonra sanki sana verdiğimiz bu rotayı unut, şimdi kendi rotanı çiz ve orada ilerle diyorlarmış gibiydi.

Love Will Tear Us Apart || hoodHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin