Otuz Beşinci Bölüm: Gerçek Hayatın İçine Sığınan Hikaye

1.4K 164 55
                                    

Öğle arasında çıkan yemeği sevmediğim ve Felix de nezle olduğundan dolayı okula gelmediği için, tek başıma resim odasına geçmiştim. South Lisesi'nde kullanılmayan odalar hakkında bir liste yapılsa çok büyük ihtimalle bu listenin maddelerinin arasına resim odasını da yerleştirirlerdi. Ben hariç, resim öğretmenimiz Bay Perkins'i bile burada gördüğüm söylenemezdi. Sanki öylesine yapılmış, artan paralarla bu odayı dizmiş gibilerdi.

Her ne kadar okuluma ve sınıfıma çok da bayılmasam da, resim odası benim için bir kurtuluşu temsil ediyordu. Temel bir sığınak. Sessiz, çoğunlukla soğuk, toz ve boya kokan eşyalar, okulun neredeyse en ücra köşesi sayılabilecek bir yer. Ama sadece dış dünyadan ve dünyevi sorunların çok büyük bir kısmından kurtulduğum bir dört duvar arasıydı. Yalnız kalmaya çalıştığımda aslında bana en çok zarar veren şeylerden birisiyle tek başıma olmayı seçtiğimi fark ettiğimde ürperiyordum.

İfade etmesi birazcık tuhaftı, kabul etmem gerekirse. Fakat aslında yalnız kalmaya çalıştığım şey; yalnızlığımdı.

Onu dinlemek istiyordum. Bana ne söylediğini, beni ne kadar eleştirdiğini, ben kendi hayatımda neler olup bittiğini göremezken onu dışarıdan her şeyi gören bir göz olarak kabul edip; benim göremediklerimi bana göstermesini istiyordum. Aslına bakarsanız yalnız kalmaktaki tek amacım buydu. Sahip olduğum hayatımın sınırlarından uzaklaşmak ve geride kaldığım zaman gördüklerimi yorumlayarak neler yaşadığımı, onlara karşı ne tür bir reaksiyon verdiğimi ve en önemlisi, nasıl hissettiğimi görmek ve de anlamak.

Yalnızlığım hiçbir zaman bana abim ya da teyzem kadar şefkatli davranmamıştı. Ya da Matt, Felix veya Calum kadar sevgi dolu bir bulutlar üstü dünya vaat etmemişti.

Yalnızlığım tam olarak Sean, Scott ve... Lara gibiydi. En az onlar kadar zalim.

Dürüst olmak gerekirse Sean'ı bu insanlarla aynı kategoriye koymak beni çok da iyi bir insanmışım gibi hissettirmiyordu. Ama günlerdir bunu düşünüyordum. Belki de aramızdaki bu negatifliğe bir sebep bulmaya çalışıyordum. Geçerli bir sebep. Çünkü öyle olmalıydı, değil mi? Benden bu kadar nefret etmesini gerektirecek, yüzüme bile bakmayacak ya da baktığı zamanlarda da tükürmek üzereymiş gibi bir ifadeyle beni tepeden tırnağa aşağılayıcı bakışlarla süzmesinin mantıklı bir açıklamaya sahip olması lazımdı.

Çünkü aksi takdirde ben kendi açımdan mantıklı bir neden bulamadığımda kafayı sıyıracakmış gibi hissediyordum.

Kalem kutumun içindeki kalem kalabalığının arasından bir kalemtıraş bulmaya çalışmak için kafamı kaldırdığımda, Calum'un antrenmandan henüz çıktığını haykıran görünüşüyle göz göze geldim.

Asher'ın geçen gün evdeki tatilinde boş zamanını değerlendirmek ve bana küçük bir sürpriz yapmak için 80'lerden kalma kendi şarkılarıyla doldurduğu kasetinden çalan Should I Stay or Should I Go'yu durdururken diğer yandan da kulaküstü kulaklıklarımı çıkartıp boynuma kadar indirdim.

Saçları her zamanki gibi dağınıktı. Kısa, çabuk bir duş aldığı belliydi çünkü resim odasında yanıma doğru gelirken okulun soyunma odalarındaki duşların köşesine paket halinde bıraktığı beyaz kalıp sabun ve kendine ait erkeksi kolonyasının kokusu tazeydi. Saçlarının uçları hala nemliydi ve birazcık da kabarıktı. Elmacık kemiklerinin üstü -sıcak suyu tam ayarlayamamaktan olsa gerek- hafifçe pembeleşmişti. Üzerinde koyu renk bir kot, Matt ve Sean'ın giydiklerine benzer bir basketbol ayakkabısı ve siyah, içinin pamuklu olduğu belli olan bir kapüşonlu vardı.

"Bu çok anlamlı değil mi?"

Gülümsedim. Yanımdaki sandalyenin üzerine bıraktığım çantamı alıp, yere bırakırken gözlerimi Calum'dan ayırmayarak "Ne?" diye sordum.

Love Will Tear Us Apart || hoodHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin