Fen Edebiyat Fakültesinin, uzun süre burada kalındığında göz yoracak sarı ışıklarla donatılmış büyük salonunda, arka sıralardan birine oturan Su, kulağına dolan öğrenci gürültüsünün anadilinde olmasını hem garipsemiş hem de bu yüzden dudaklarında tatlı bir tebessüm olduğunu fark etmişti. Önünde kaç sıra olduğunu gözleriyle başını sallayarak saymaya çalışırken on dördüncü sırada oturduğunu fark etti. Henüz yanındaki koltukların neredeyse tamamı boştu. Salona girdiklerinde protokol dışındaki sıralar da boştu ve Hüseyin ona önlerden bir yer bulmasını söylemişse de; o doğrudan arka koltuklara yönelmişti. Sanki Yağmur sahneye çıktığında kendisini görecek, görürse de tanıyacakmış gibi; görmesin, tanımasın diyeydi bu uğraşı...Bugün İstanbul'daki ilk sabahıydı. Uçaktan dün gece yarısı Arda ile inmiş, Ataşehir'deki rezidansa geldiklerinde ikisinin de gözleri yorgunluktan kızarmıştı. Su, yarın sabah için Arda'yı, kendisini Hüseyin'le bırakıp işe gitmesi için ikna etmeyi başarmış ve evden beraber kahvaltı etmeden çıkmışlardı.
Arda, kendisini motoruyla Hüseyin'in fakültesine bıraktığında sanki üniversiteye yeni başlayan bir öğrencinin heyecanıyla bahçeye adım atmıştı. Hava, bir kasım ortası ne kadar soğuk olabilirse o kadar soğuktu. Londra ile kıyaslanırsa ise epeyce sıcaktı. Bu yüzden boynuna sardığı şalı çözüp kabanının önünü açtı. Boynuna dokunan serinlik kendisini iyi hissetmesini sağlarken Hüseyin'i ve fotoğraflarından tanıdığı, ismini Baha olarak bildiği genci yürüdüğü ağaçlı yolun sonunda gördü. Daha kendisini göstermek için el bile kaldırmamışken Hüseyin'in hızlanan hatta başka bir gözle bakıldığında koşturan adımlarıyla, ona dişlerini göstererek gülümsedi. Kucaklaşmaları tıpkı çocukluklarında olduğu gibi sessiz ve sakindi ama gülücükleri de bir o kadar gerçekti.
"Kırk yılın başında geliyorsun onda da okula sürüklüyorum seni. Söz birkaç saat sonra İstanbul'un en güzel köşelerine götüreceğim ama..."
"Söyleşi için Arda'yı havaalanına nasıl sürüklediğimi bilmiyorsun ki..." diyemedi Su. Ama onun yerine "Ben de dinliyorum programı, benim için de güzel bir etkinlik olacak, sıkma canını." diyerek teselli etti Hüseyin'i.
Onları, sevdiği bir insanın mutluluğunu izler gibi hem de Hüseyin'in hayran olduğu birini tanımak ister gibi izleyen Baha, Su kendisine doğru adım atarken kıza elini uzattı. Ama Su o eli görmezden gelip adama sarılırken utanarak kıza karşılık verdi adam. "Kusura bakma ben seninle tanışalı çok uzun zaman olmuş gibi hissediyorum. Hüseyin en çok senden bahseder çünkü."
Bu kez hem Baha hem Hüseyin utanırken; Hüseyin iki sevdiğini iki yanına alarak; kollarını onlara dolayarak yürümeye başladı. Aslında demi yerinde bir çay ve simitle başlamışlardı güne. Ama az sonra Hüseyin "Ben Yağmur'u almaya gidiyorum." diyerek ayrılmıştı yanlarından. Su'yu da çağırmıştı ama Su buna cesaret edememişti. Baha ile oyalandıkları bir saatin sonunda, Hüseyin kendisine mesaj atmış ve söyleşinin olacağı salonda buluşmuşlardı.
Ama şimdi... Salondaki koltuklar birer ikişer dolarken, Hüseyin belki de şu sahnenin ardında Yağmur'la beraberken, Yağmur oradayken ağzında tarifi olmayan bir kuruluk peyda oluyordu. Yutkunmaya çalışmanın nafile olduğunu anladığında kendisine bir şişe su almıştı; zira bugünü pek çok gece hayal ettiyse de böylesi bir utanma ve ince parmaklarına musallat olacak bir titreme beklemiyordu. Bütün bunların yanı sıra etrafında gördüğü her erkeğe acaba o mu hissiyle bakarken devamlı surette radyoda duyduğu o güzel erkek sesini işitir gibi olmak da inceden bir delirmişlik hissiyle karşı karşıya bırakıyordu kızı. İşte o zaman titreyen elleriyle elindeki şişenin kapağını açmaya çalışıyor sonra içtiği suya rağmen ağzının hala kupkuru olduğunu anlayıp derin bir nefes alıyordu. Ön sıralarda yer bulan Baha inatla kendisine el atıp yanına gelmesini söylüyorsa da ona yalnız ince dudaklarıyla gülümsüyor ve yerinden hoşnut olduğunu belli ediyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çocuk Ruhum
General FictionYoksa siz çocukken yaşadığınız şeylerin öylece geçip gittiğini mi sanıyorsunuz?