23: Bir Efsaneye Göre

28K 1K 2.3K
                                    


ALTI AY SONRA

Bir zamanlar bir taverna vardı,
Birkaç kadeh coştururdu bizi,
Tüm gece gülüşür, konuşurduk...
Hedeflediğimiz büyük şeyleri.


Ne günlerdi onları,
Hiç bitmez sanırdık,
Dans ederdik senle sabahlara dek,
Yaşardık gönlümüzce,
Yenilmezdik asla.
Çünkü gençtik, yolumuzdan emindik. 


***


Aylar sonra dönülen bir ev... Kim boş bir eve girerken böyle heyecanlanırdı ki? Hüseyin anlamsız bir heyecanla girdi içeri. Daha duvardaki boyaların kokusu çıkmış değildi evden. Öyle ya annesi daha yeni boyattık demişti. Boyansındı dert değildi ama şimdi "aşk duvarının" bomboş yüzüyle karşı karşıya kalmak vardı. Elinde yüklü torbalarla girdi salona. Üç beş kitap, dergi, birinde iki kutu boya, seyreltici, yeni fırçalar... Sol yanına bakmaya korkuyordu. Aylardır terk edilmişti bu ev, aylardır boştu sol yanı. Ya da bir hayalet yaşıyordu orada. Sola döndü yüzü. Elindeki torbaların sapını bıraktı Hüseyin. Bomboştu duvar. Artık aşka kadeh kaldıran kimse yoktu. Şiirler yoktu, şairler yoktu. Şimdi bununla yüzleşmek kalıyordu ona. Eşyalar yerli yerindeydi, kaybolan aşktı sadece. Torbalardan birinden teneke bir kutu çıkardı. Sevdiği Danimarka birasını açıp bir de sigara yaktı. Koltuğa bıraktı kendisini. Boş duvara karşı derin nefesler aldı sigaradan. Sonra dünyanın en önemli şeyini unutmuş gibi bıraktığı torbaların başına eğildi. Kalın bir defterle bir de içe içe geçirilip bir top haline getirilmiş çorabı aldı eline. Bunlar yere savrulmayacak kadar değerli şeylerdi.

Onları masaya bırakıp hem duvarı hem de onları seyretmeye başladı.

Aylar boyu iki satır hikâye yazmış değildi. Aylar boyu o kendisiyle sohbet ettiği şeylerden de yazmış değildi. Ama aylar boyu mektup yazdığı bir arkadaşı vardı. Kimliksiz, cinsiyetsiz, milletsiz bir arkadaş. "Çorabi" koymuştu adını.

Onunla arkadaşlığı yazın sonuna doğru başlamıştı. Fas'ta, Marakeş'te bir gece vakti, aylar sonra ilk kez defterin başına oturmuştu. Galiba ölmekten korktuğu bir geceydi. Baha'nın nişanlandığı gece. Bir fotoğraf görmüştü, ikinci bir kez görememişti onu, aramıştı ama yok olmuştu fotoğraf. Belki de korkan zihninin ürünüydü bu ama görmüştü adam. Haline münasip bir evde, yapay çiçeklerle süslenmiş bir odada, kalabalık bir fotoğraf. Parmaklarına yüzük takılacak iki genç ellerini uzatmıştı. Kendine has, mahcup bir gülüş vardı Baha'nın yüzünde. Ziyanı yoktu. Bu onun mutlu olduğunu göstermezdi. Ya da mutlu olması Hüseyin'i de mutlu etmeliydi. Ama öyle olmamıştı. Sorsalardı arzu ettiği tek şey Baha'nın mutluluğu olmalıydı ama bencil bir yanı böyle düşünmüyordu. Kavruluyordu içi, onun için dünyanın bir yerinde, böyle kavrulurken sırf kadın olarak doğduğu için Baha'nın yanındaki insanın onunla doyasıya mutlu olmasını hazmedemiyordu. Çünkü kendisinden çok sevecek değildi onu. Böyle bir şey mümkün değildi.

Bir yudum daha aldı birasından. "Mühim olan çok sevmek değil..." dedi kendisine. Ayşe hep böyle söylüyordu ya hani... Karşılık göremedikten sonra ne işe yarardı çok sevmek? Orta ölçekli sevse yeterdi. Herkes gibi, herkes kadar sevse ve sevilse yeterdi. Hem çocuk değillerdi artık. Bir şey olmuyorsa olmuyordu, zorlamanın kimseye yararı yoktu. Vazgeçmek diye bir şey de yoktu Hüseyin için. Vazgeçmese ne olurdu ki? Hayat denilen şey isteklerden değil zorunluluklardan ibaretti. İşte şimdi aylardır zihnini hazırladığı şey ile yüzleşme vaktiydi.

Çocuk RuhumHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin