16: Gönül Salıncağı

20.4K 1K 1.3K
                                    



Penceresiz bir bodrum katında renkli ışıkların gölgesinde gezen dumanlar, onları soluyan onlarca genç, çok fazla alkol ve birbirini kovalayan hareketli şarkılarla yeni yılın ilk dakikalarını yaşayan Baha, elindeki şişeyi başına dikerken düşündü; kaçıncı birasıydı bu? Üç mü dört mü, emin olamadı. 'Bu son olsun' dedi kendisine zira daha fazlasına alışık değildi. Ama bir yer vardı içinde, ne içtiğini, ne kadar içtiğini saymanın anlamsız olduğunu söylüyordu ona. Nasıl olsa Türkiye'de değildi. Neredeydi? Milano'da. Hüseyin'le beraberdi. Burada kural ve günah denilen iki kelime yoktu. Neden yoktu, nasıl yoktu; bunlar önemli değildi. Yoktu kural, hiç yoktu, söz vermişti Hüseyin'e. Hüseyin... Şimdi başına diktiği şişeye vuran ışıklar gözünü kamaştırırken gördüğü tek şeydi Hüseyin.

Küçücük bir sahnede Ayşe ile yan yana aynı mikrofonu paylaşarak şarkı söylüyorlardı. Hüseyin'in ne kadar içtiğini de bilmiyordu ama o kendisi gibi değildi, dayanıklıydı. Şimdi bedeninin Ayşe ile uyumlu hareket edişi, bir sağa bir sola devinimi de sarhoşluktan değil, mutluluktandı zaten.

Sesleri güzel miydi? Ona kalırsa Hüseyin ve onunla ilintili olan herkes ya da her şeyin, her yanı güzeldi. Ne söylediklerini bilmiyordu. Yakalayabildiği İngilizce kelimeler varsa da şarkıyı anlayacak kadar bütünleştiremiyordu onları kafasında.

Boğazından aşağı akan soğuk bira, Hüseyin'in açık boynuna bakmasına sebep oldu. Terlemişti adam. Aslında tişörtle durmak istemişti ama sonra farkında olmadan üşütüyor ve üşüttü mü de çok fazla öksürüyordu Hüseyin. Üzerine yapışan o öksürük de kolay kolay terk etmiyordu adamı. Baha buna engel olmak için üzerine hırkasını giymesini istemişti. Hüseyin de kırmamıştı onu. Yine de yakası açık tişörtünden parlayan beyaz teni çekmişti adamın canı. Üç günde, sahi üç gün olmuştu buraya geleli; yarın ya da saat on ikiyi geçtiğine göre bugün, son günleri, son geceleriydi. Ne çabuk geçmişti kuralsız hayatının tüm zamanları. Her neyse, işte bu üç günde ne çok öpmüştü Hüseyin'in bedenini. Dudaklarını öpmüştü en çok. Sonra boynunu. Geceleri uyuduğu göğsünü de öpmüştü. Ama çok değildi bunun sayısı zira dudakları oraya geldiğinde kendisine hâkim olmak güçleşiyor; hele ki Hüseyin'e engel olmakta güçlük çekiyordu. Hem de ne çok zorlanıyordu... Daha çok mutlu etmek istiyordu Hüseyin onu. Böyle söylüyordu ama o "mutluluk" korkutuyordu Baha'yı. Hem zaten öyle mutluydu ki, bunun daha çoğu nasıl olabilirdi?

Yine de, birlikte uyudukları ilk geceyi düşünmek, yüzünde başka anlarla mukayese etmenin mümkün olmadığı bir mutluluğa dönüşüyordu. Aslında birlikte uyumuş sayılmazlardı çünkü Baha gece boyu her kıpırdanışında Hüseyin'in apaçık gözlerini görmüş ve sabaha karşı "Uyu artık Hüseyin." demişti ona. Oysa bunu denemişti Hüseyin. Ama öyle tarifsiz bir mutluluğu vardı ki asla başaramamıştı uyumayı. Baha'nın "uyu" emri bile hiçbir işe yaramamış yalnız bir kere daha ona sarılmasına yol açmıştı. Bu yüzdendi ertesi gün Como Gölünde gezmek için bindikleri feribotta, Baha'nın omuzunda uyuyup kalması.

El ele yürüdükleri bir gölde yüzdürmüşlerdi sanki daha dün doğmuş aşklarını. Sulusepken bir yağmurda birbirlerine sokulup saçma bir şarkıyı birlikte söyleyebilmişlerdi. Baha ne çok istiyordu Hüseyin'i şöyle boyunca sarmalamayı ama buna her yeltenişinde uzun boylu adamın kollarının arasında buluyordu kendisini. Onun göğsünde solumayı sevmişti. Ve en mühimi bu anları yaşarken kötü hissetmemişti hiç. Ayşe'nin tükenmeyen enerjisi ve gülen yüzüyle katlanmıştı mutlulukları... Şimdi Ayşe'nin arkadaşlarıyla beraber girdikleri bu gürültülü yılbaşı gecesinin en mutlusu kimdir diye düşünmüştü Baha. Hüseyin'di kuşkusuz. Mutluluğu bu izbe yerde nefes alan herkesinkini katlardı. Kaç gündür gözleri daha mavi, dudakları daha kırmızı, saçları daha dalgalıydı... İşte bunlar hep mutluluktandı, hep...

Çocuk RuhumHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin