Kaşlarımı çattım. Saçmalıktı. Açık açık, bilmediğim bir sebepten dolayı benden kaçmıştı. Yine de bu peşinden gitmem için engel değildi değil mi?
Tepsiyi vestiyere bırakıp üzerime bir şey almadan aceleyle peşinden gittim. Ağır adımlarla parkın ortasında ilerleyen bedenini gördüm önce. Evden çıkarken aksadığını fark etmemiştim; ama yürümekte zorlandığı gün gibi ortadaydı.
Ben de herhangi bir şey olması ihtimaline karşın peşinden gitmiştim.
Tanrım, o kadar yavaş yürüyordu ki onu kucaklayıp eve geri götürmemek için kendimi zor tutuyordum. Ama yapamazdım, yapmamıştım da. Sadece sessizce takip etmeye devam edip tekrar o karanlık merdiven altına girişini izlemiştim.
Havalar iyice soğumuştu. Kaç yıldır bu durumda olduğunu merak ediyordum. Kış tamamen bastırıp kar yağmaya başladığında o soğuk merdiven altında yaşamaya nasıl devam ettiğini, nereden yemek bulduğunu merak ediyordum. O yıpranmış; yırtık ayakkabılarla nasıl devam edeceğini ya da bu durumda nasıl daha fazla dayanacağını, bu zamana kadar nasıl dayandığını merak ediyordum.
Nefesim ciğerlerime ulaşmakta zorlanırken düşünmek dahi istemediğim o ihtimal de aklımın bir köşesini kemirmeye başlamıştı. Dayanabilecek miydi ki? Bu kışı sağ salim geçireceğinin bir garantisi var mıydı?
Hastalanırsa ona kim bakacaktı? Ya o soğuk gecelerden birinde uyuya kalır ve geri uyanamazsa?
Kimin haberi olacaktı?
Ah hayır, tüm bunları düşünmek istemiyordum. Gerçekleşme ihtimalleri dahi beni delirtmek için yeterli geliyordu.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes almaya çalıştım. Ben üstüme düşeni yapmış, yardım etmeye çalışmıştım. Evet. Ona yardım etmeyi denemiştim; ama kaçmayı seçen oydu değil mi? Elimden bir şey gelmezdi. Başına gelecek herhangi bir şey benim suçum olmayacaktı.
Vicdanım rahat etmeliydi. Peki, neden olmuyordu?
Eve dönüp yatağıma girmeden önce bakışlarım yerdeki eldivene takıldı. Bu ona verdiğim eldivenlerden biriydi. Düşürmüş olmalıydı. Daha sonra geri verebilirdim.
Umursamamaya çalışarak yatağıma girip gözlerimi kapattım. Güneş doğmaya başlamıştı; ama uyuyamıyordum. Bu gün de işe gitmeyeceğim kesindi ve öğrencilerimin deli gibi sevineceğinden neredeyse emindim. Pek sevilen bir öğretmen değildim. Kimse benim kadar katı bir öğretmeni sevmezdi, haklı olarak. Ben bile kendimi pek sevmezken onlardan bunu bekleyemezdim de zaten.
Önce bir süre durup aklımı boşaltmaya çalıştım. Bunun için gerçekten uğraşmıştım. Ama değişen bir şey yoktu. Ömür aklımın bir köşesinde sürekli fısıldayıp duruyordu. 'Nini.'
Ömür orada o soğukta birkaç kartonun üzerinde uyumaya çalışırken benim sıcacık yatağıma gömülmüş olmam haksızlıktı. Bu şekilde asla uyuyamazdım. Ben de yerimden kalkıp kaloriferi kapattım ve pencereleri açtım. Hala aynı değildi.
Gözlerim yerdeki halıya kaydı. Fayansların çok geçmeden soğuyacağından emindim. Halıyı toparlayıp bir kenara atarken üzerime aldığım battaniye ile çıplak zemine uzandım. Tahmin ettiğim gibi, şimdiden soğumuştu.
Her ne kadar yeterli olmasa da bu şekilde Ömür'ü biraz olsun anlayabileceğimi düşünmüştüm; ama sorun bu değildi.
Ne yaparsam yapayım, pencereleri kapatıp kaloriferi açtığımda tekrar ısınacağımı biliyordum, bu yüzden içim rahattı; ama aynı şey onun için geçerli değildi.
Soğuğa daha fazla dayanamadığında kalkıp kapatabileceği bir penceresi ya da açabileceği bir kaloriferi yoktu. Açlığını, vücudundaki yaraları ve o lanet istismarcıları ise saymıyordum bile.
Onu anlayabilmem, hiçbir şeyi çözmeyecekti. Acı gerçeği kabullenmek zorundaydım.
Sorun onun dışarıda, yapayalnız ve kimsesiz olmasıydı. Sorun, onu sahiplenecek kimsesinin, başını sokabileceği güvenli bir yuvasının olmamasıydı. Sorun belki de artık dayanacak daha fazla gücünün kalmamış olmasıydı. Çünkü parıltılılarının yavaş yavaş yok olduğu gözlerini fark edecek kimsesi kalmamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sahipsiz
General FictionO gün onunla parkta karşılaştığımda, benim için ne kadar değerli olabileceğini bilmiyordum. * Aceleyle gözlerini temizleyip gülümsemesi beklediğim bir şey değildi. O küçük gülümsemenin kalbimi bu denli hızlandırması da öyle...