38.BÖLÜM "ARİNES" (1.KISIM)

371 21 15
                                    


İnce ipliklerle bağlanan hassasiyetlerin temel taşlarından biri olduğuna inandığım, insanlığın mucizevi yaratılış özelliklerini övmek için bir sebep olarak yeten hatta artan koku alma duyusu, yanlış hatırlamıyorsam –ki yanlış hatırlamadığıma eminim- keşfedilen ilk, yani en eski duyuydu. Koku alabilmek, başlı başına yaşamın inceliklerine dokunabilmekti ve bana kalırsa, ilk fark edilen olması da bununla bağlantılıydı. İnsan, kendisini farklı kozmoslara sürükleyen şeylere meyilli, bulunduğu alanın işaretlerine olabildiğine açıktı. Zorlamaların ardından hiçbir türlü yeniden eski haline dönmeyen kırık kalplerin, sızıların çoğaldığı anların suçlusu, normalde oldukça uslu olan bir çocuğun gece rahat uyuyamamasının nedeni, özgürlük konusunda kendisine rakip tanımayan rüzgarların en kadim dostu, sürekli bir yerden bir yere akan ırmağı andıran düşünceler, en doğrusunu asla tam olarak kestiremediğimiz şimdiden, doğrularını bildiğimiz fakat bu sefer de telafi edemediğimiz geçmişe en sağlam geçiş tüneli, bulunduğumuz dönemin sihri, çoğunun gözyaşının anahtarı, çoğu zaman çok acıtsa da bazen buruk bir tebessüm oluşturan kokular, belirli bir zaman dilimine de ait değildi. Her daim var olmak... Kırık bir cam parçası ya da gökyüzünde süzülen bir kuştu, doğduğu yerde, yakıştığı yeri anımsatıyordu.

Bazıları, bir fotoğraftan sıyrılabiliyordu. Bir koku, bir beden oluyor, paramparça ve umutsuz bakan gözlerin ışığını bir nebze olsun yakabiliyordu. Yıllar birbirini takip ederken devrilmiyor, eskimiyor ve unutulmuyordu. Birileri, son ana kadar bir yerlere sinen ya da hafızalara saklanan kokularda yaşıyordu. Bazıları bir kitaptı mesela. O tarif etmekte zorlandığımı kokular, ihtimallerin dışında saklanan yolları var edebiliyordu. Bir koku, insana aşkı anlatabiliyordu.

Bazılarıysa acıydı. Bir koku, kader yazmasın, hiç ölmeyecekmişçesine atan bir kalbe, artık hiç yaşayamayacakmışçasına hissettirebiliyordu. İliklerine kadar sömürdüğü duyguların damarında gizlenen yankılar, gizlendiği yerden çıkarken onun varlığından doğuyordu. Bir koku, insanı yaşarken öldürebiliyordu. Gözlerimizin gördüğünün ardında olanlar, hepsi, hepsi birbiriyle bağlantılıydı. Dünya kurallar değil, denge üzerine kuruluydu.

İsteyen her adım da nasıl da kendini buluyordu.

İnsan, nasıl da üstünü örtemediği toprağa gömülüyordu.

Korkuların, sevinçlerin, özlemlerin ve daha nicelerinin ipini elinde tutan kokuların anılarla çok yakından bir bağı vardı ve bunun benim için kanıtı tam da şimdi, burnumun ucundaydı. Bir anda beliren varlığıyla yılların birikmişliğini güçlü bir zehir gibi işleyen, ayağın altındaki zemini kaydıran, dünyanın tamamen sarsılmasına tanıklık ediyormuşçasına panikleten, uyuşturan, birçok şey düşünürken aynı zamanda da hiçbir şey düşünemiyormuş gibi algılamamızı sağlayan kan kokusu... O sanki topuklu ayakkabılarımın tok sesin duyduğum o yoran sokağı, Tuna'nın son nefesini, sesini, sokağın üzerine devrilen sokak lambasını, karanlığın daha da kararışını, saçlarımın arasında hissettiğim soğuk namluyu, gölgeleri ve acı bir kurşun yarasını yakınıma çekmişti. İçim giderek daralıyor, panik içerisinde olan zihnim kalp atışlarımı kendi üzerine devrilen birer balyoz darbesi sayıyordu. Bir sonraki olmasına karşılık oldukça yakında olan kriz, her daim diğerlerinden daha vahim sonuçlara gebeydi. Kan kokusu ellerimi sıkıca bastırdığım yaranın sıcaklığı, dudaklarımdan çıkan kelimelerin düzeniyle de oynamayı başarmıştı. Dudaklarım titriyordu. Avuçlarımdaki sıcaklığı ensemde hissetmemin verdiği rahatsızlıktan ötürü ruhum daha da daralıyordu. Görünmez bir baskı omuzlarımın üzerindeydi. Şu an düşünmemem gereken sorular, büyükçe bir kan kaybı algı merkezimi çökertmiş durumdaydı. İçimde çığlık çığlığa bağıran bir endişe peydahlanmıştı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Dudaklarımı dişledim. Var olan gücümü kullandığım sırada, kararan hislerin yarattığı güçsüzlük halkasında en öndeydim.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin