Dinlenmek için kapının korkuluğuna önce omzumu sonra tüm vücudumu yasladığımda elimin ayasıyla da yüzüme vuran akşam güneşini kapatmaya çalışmıştım. Uzun zamandır bana aitmiş ve çocukluğumun kuytularında can bulan umut fısıltılarını saklıyormuş gibi hissettiren fakat sadece beş altı gündür kullanıyor olduğum bu küçük odanın hoşuma gitmeyen tek yanı buydu: Gün içerisinde, vakit farkı gözetmeksizin çok fazla ışık alıyordu. Aklımdaki düşüncelere bir yenisi eklenince elimi beş hizama indirdim. Parmaklarımı avucumun içerisinde birleştirdim.Belki de tüm sır, hoşlanmadığımı söylediğim bu küçük detayda saklıydı.
Bu oda, içerisinde mutsuz sonla biten ince puntolu romanların arka sayfalarına sıkıştırılmış sahici gülümsemelerle beslenen bir tılsım saklanıyormuş gibi hissettirmesine karşın çok iç acıcı renklerle de bezenmemişti. Kapısını her açtığımda, beni önce odayı ortalayarak yerleştirilmiş çift kişilik bir yatak karşılıyor ve hemen sonrasında yerini, sağ tarafında kalan, gösterişten sakınılarak yapılmış büyük giysi dolabına bırakıyordu.
Öyle çok abartılı eşyası da yoktu. Küçük, çekmeceli bir dolabın üzerindeki kalın kenarlı, içi boş çerçeve ve duvardaki birkaç tablo haricinde başka hiçbir şey göze batmıyordu. Hızlı adımlarla çıktığım merdivenlerden dolayı tıkanan nefesimin ortamın ısısına zıt olan sıcaklığıyla birkaç adım daha atarken ayak tabanlarımda zeminin pürüzsüzlüğünü hissedebiliyordum, odanın halısı dahi yoktu.
Bakışlarım, bir süre daha odanın içerisinde gezindikten sonra ilaçlarımın nerede olduğunu düşündüm. Başımdaki ağrının giderek arttığını hissediyordum ve ilaç saatini geciktirmemeli, başımdaki ağrının alnımdaki yaraya sızmasına engel olmalıydım. Yatağa oturma gereksinimi duymadan komodinin üzerinde duran ilaçları dudaklarımın arasına götürdüm.
Her ölümlünün zamanı geldiğinde iliklerine kadar hissedeceği o yalancı masumluğa bile bürünmüştüm.
Bu yorucuydu ve acı halkası gittikçe büyüyordu. Tutunduğum dalı bıraktığımda, pes ettiğimi belli ettiğimde kopacak olan ip, ilk gerilme işlemini boynumda sonlandıracaktı, güçlü olmalıydım. Ellerimi şakaklarıma daha sert bastırdım. İp öldürecek kadar acımasız, olan biten her şeyi bir romana sığdıramayacağım kadar da gerçekti.
Gündüzün son bulacağını anlatan loş ışıkların içerisinde tekrar büyük salona dönmek için yürürken kalbimin sesi beynimin içerisine hapsolmuştu. Adımlarımın dün gece uyuduğum odanın önüne geldiğimde durması benim suçum değildi: Merakıma yenilmiştim.
Geniş bir alana yayılan odaya kapının önünden endişe içinde göz gezdirdim. Neden burada huzurlu bir uyku çektiğimi, hemen karşımdaki duvar görevi gören camı gördüğümde anlamıştım. Camı tamamlayan büyük kapıyı inceledim. Tavana kadar uzanan kapıda kapı kolu değil de sadece bir düğme vardı. Bunu şans eseri fark etmeseydim, sadece bir duvar olduğunu sanacağımdan adımı bildiğim kadar emindim. Tam önümde duran canlı sonbahar manzarasına uzanmak için ilerlerken, kapıyla aynı tonlardaki tüylü halıyla basmamak niyetiyle yatak ile arasında kalan küçük boşluktan, parkelerin üzerinden geçtim.
Önce sağ, sonra sol elimi kendimi ortamda hissettiğim huzura emanet edermiş misali cama yasladım. Çocukluğumdan beridir süregelen bir şeydi bu: Bir şeyleri hissetmek istiyorsam önce kesinlikle temas yoluna başvuruyordum. Sorunlu bir düşünce yapısının temeliydim.
Dün gece sıralı rüzgarları birbirine karıştıran fırtınanın ardından başlayan, hala durmak bilmeyen inatçı bir yağmur kendini göstermişti. Yere serilen sararmış yaprakların çıtırtılarını duyar gibi oldum, çamura bulanmışlardı. Ağaçlarda görebildiğim gövdeleri ve gövdelerindeki yaşlılıktan ibaretti. Yapraklarını döküp, hüznün rengini doğuran dallı kısımlar evin üst katlarını ziyaret ediyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HARABE (MAİN)
Teen FictionRuhumun kızıllığında sonsuz bir acıyı doyuran asi pişmanlığın çığlıkları adımlarımı hızlandırıyor. O çığlığa dolanarak azar azar yağmaya başlayan yağmur, bedenimdeki soğuğu kalbimin etrafında topluyor. Kimsenin sesi duyulmuyor. Kumsala, gül yaprakl...