37. BÖLÜM "İTİMAT"

434 24 5
                                    







Siyah eşofman takımı içerisinde, dağınık olmasına karşın kusuru yokmuş gibi duran saçlarıyla, görünüşünün bütünündeki çekiciliği tamamlayan Bera, şöminenin içerisine dikkatlice yerleştirdiği, parçalara ayrılmış odunları, -kendine has, hoyrat ve bir o kadar da güvende hissettiren bir edayla- ilk kıvılcımla buluşturduğunda ona sarmalanmış vaziyetteki ılımlı, dingin bakışlarım, o ilk kıvılcımın izini takip etti. Önce yavaş yavaş kırmızı bir dalga alan ateş, olduğu bölgeyi kendi mahremi haline getirene kadar bekledi. Bu, insanın kendi anlamını bulmak için baştan aşağıya büründüğü sıfatlarla eş değerdi: Kim olduğumuz, yaşamın içerisinde ne kadar etki alanına sahip olduğumuz nasıl ve ne kadar baktığımızla ilgiydi. Sonra fırtınanın habercisi olan rüzgarın, sanki uzak diyarlara fısıltılar taşırcasına, sıralı ağaçların yapraklarına dokunuşu misali süzülerek etrafına uzandı. Mahremini büyüttü. Yandı. Yandı. Yandı. Bu da ölüm ve yaşam arasındaki nefeslerimize benziyordu. Çabalarımız, onlar bizim istediğimiz kadar başarıyla sonuçlanıyordu. Hiçbir can, kendine benzemeyen diyarlarda uzun süre kalamıyordu. Ateşin çevrelediği ve artık tutuşan odunlar, tamamen küle döndüğünde, o küllerin içerisinde bizim için bir mucize var edecekmiş gibi ihtişamlıydı. Sırf bu yüzden, bu ilk dakikalar benim için oldukça önemliydi. Tamam, bir mucize geleceği falan yoktu fakat, bunu umabilmek dahi güzeldi. Sonuçta insan içerisinde taşıdığı kadardı. Alabildiği kadar gerçekti ve her gerçek biraz daha kendin olmak demekti. İnsanın en önemli yaşam kaynağı muhakkak hisleriydi.

Kulaklarıma dolan çıtırtı sesleri huzuru vaat ederken nasıl da yalansız bir görüntüye eşlik ediyordu. İlk dakikalarda, hakikaten, insan sonuna kadar bu anda kalıp dakikalarca şömineyi izleyebilecekmiş gibi hissediyor, tuhaf bir heyecana kapılıyordu. Oysa henüz küçük olan ve giderek büyüyen alevlerin bir ritmi de kimsenin, sonsuza kadar izleyebileceği de yoktu.

Sıcaklık yüzüme sıçradı.

Kalın bir eşofman geçirdiğim ve buna alışık olmayan bacaklarımı sarmalayan kollarım çözüldü ve ellerim, kendi soğuğuyla yüzümdeki sıcaklığı dengelemek istercesine yanaklarıma dokundu. Fısıltısı bir ninni dinlermişcesine gevşeyen bakışlarım, zihnimdekilerin ağırlığını, gözlerimin önündeki ateşte yok etmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor gibiydi: hala aynı noktaya sabitti. Zihnimdekiler, bugün öğrendiklerim, bu evin hüzünlü hikayesi... Tüm bunlar, hala kendime hakim olmaya çalıştığımdan, Bera ile beraber iyileşen, kendini dik tutan yanım tarafarından zincirlense de bir yanım sızı içerisindeydi.

Ateş.

Galiba benim asıl korkum, onları yok etmeye çabalarken önümdeki ateşin aynısını kendi içimde başlatmaktı çünkü ruhumun bir diğer tarafı da buna bir hayli hazırdı. Ah. Kendi yangınıma kibrit çakmak, bu istediğim en son şey bile değildi.

Düşüncelerim daha da dallanıp budaklanacaktı ki, "İyi geldi mi?" diye sordu, Bera. Olabildiğine doğal, giyim tarzıyla çatışmayan fakat yine de kim olduğunu asla unutturmayan bir tını kullanmıştı. Ağırlığını koruyor, benim yanımdayken sadece dozunu düşürüyordu. Sesiyle beraber aklımdaki düşünceleri de arka plana atmam da bu yüzdendi. Benim şu an ilgilenmek istediğim sadece karşımdaki bu güzel bakışlı adamdı. Mesela, benden önceki hayatında da ağır biri miydi?

Nedense, gözümde bu şekilde canlanmasa da diğer türlü de de var olmuyordu. Yutkundum. Gerçekleri bildiğine emindim. Bunun onu ne denli değiştirdiği hakikaten merak ediyordum. Gözümün önünde canlanmayan o adamı merak ediyordum.

Çocukluğunu merak ediyordum.

Babası için ağlayıp ağlamadığını merak ediyordum. Acılarını ruhundan kazımak, gerekirse kendi ruhuma almak istiyordum. Bir an, sakallarına dokunmayı, yüzünü bakışlarımı bir saniye bile ondan ayırmadan sevmeyi, sessizce, şöminenin sesini duyarak zamanı durdurmayı geçirsem de sadece sorusunu başımı onaylayarak sallamakla yetindim. Beni önemsediğini gizlemeyen bakışlarına, hafif bir tebessümle karşılık verdim. Başımı dizlerimin üzerine yasladığım kollarımdan destek alarak ellerimin arasına koymuştum. "Sen peki?" diye mırıldandım.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin