34. BÖLÜM "MİRACH"

550 23 16
                                    


  

  Derinliklerde kendi kendini boğan okyanus sularının, bin bir farklı dalga hamlesiyle ulaştığı kıyılarda, kimi zaman usul usul, uyuyan bir bebeğin üzerini örtüyormuşcasına sahile dokunuşları, kimi zamansa yanına kimseyi yaklaştırmayacak kadar hırslı halleri aslında göz önünde, varoluşu açıkça ortaya koyan binlercesinden biriydi. Asıl çözemediğim, her şey insanlığı mı anlatıyordu, yoksa insan da diğer her şeyin bir yansıması mıydı? Olumlu sıfatlarla donattığımız, sıcak hislerle sarmalanan ve katiyen kötüyle bir arada kullanılmayan güneş, hem doğan hem batandı; kuş sesleriyle başlayan, çaresiz yürekleri umutla dolduran, yeni bir başlangıç kabul edilen gündüz, onun varlığı, çığlıkları sırtında derin bir bıçak yarası gibi taşımak zorunda olan, büyük pişmanlıkların gün yüzüne çıkması ve keskin gözyaşlarıyla aynı kefeye konulan, günahın, bileğine pranga niyetiyle takıldığı gece onun yokluğuydu. Rüzgarla salınırken doğayı eşsiz bir dans pistine dönüştüren çeşit çeşit ağaçların hiçbiri dışarıda kalmaksızın hepsi, yapraklarını döken, onu yaşlı, bitkin bir hale çeviren sonbahar kadar onu tekrardan yeşiline kavuşturan ilkbaharı da memnuniyetle ağırlıyordu gövdesinde. Yağan yağmur, elbette ıslatıyor fakat huzurla doldurmasını da biliyordu yürekleri.Her adımı olumsuzluğa çeken, kalbe mızrak gibi saplanan huzursuzluğa, siyaha karşılık derin bir nefesi andıran, dayanma gücü aşılayan beyaz mevcuttu fakat tüm bunların hiçbiri ne sonu cehenneme çıkan kötülüğü ne de sonunda denize atılması makbul olan iyiliği temsil ediyordu. Uzunca bir zaman sonra, yoğun bir buhrandan sıyrılır sıyrılmaz, bulunduğum yerden başka bir konuma hatta bir gezegenden diğerine geçmiş, geçmişi ve şimdiyi gayet mantıklı bir şekilde yorumlayabiliyor, en azından tüm bu hissettiklerimin nedenini anlıyordum. İnsanoğlunun sadece görmek istediğini gören, evreni, neyi düşünüyorsa ondan ibaret sanan bir varlık olduğunu artık biliyordum. 

 Açığa kavuşmak için doğru zamanı bekleyen sırları gözü gibi bakıp saklayan, acıları kalbe tohumlayıp yok etmek yerine filizlendiren zaman değişkendi, kabullenmiştim. Her şeye rağmen tüm bu kalbimdeki hafiflemenin tüm bu düşüncelerimle bağdaştığına da sonsuz inanıyordum.

 Sanki bir şeyler tamamiyle değişiyordu. Yolumu kaybetmeme ve bir türlü bulamamama sebep olan o sis bulutu gözlerimin önünden çekiliyor gibi hissediyordum. Kulaklarımdaki inci küpeleri bir başka küpeyle değiştirirken bakışlarımda gördüğüm ışık gerçek, insan da hakikaten inançtan ibaretti, emindim.

 İnandığımız şeyler bizi biz yapıyordu, emindim.

 Sonunda bir çok karar arasından birini seçmiştim. Bera'ya asla uzak davranmayacaktım. Bu konuda, ondan günlerce ayrı kalmış olmamın ve sonrasında onu tekrar gördüğümde yaşadığım hissin bana ne denli iyi geldiğinin de etkili olduğunu es geçemezdim. Sırf gerçekler için ona olan sevgimin, ilgimin ellerini bağlı tutmayacaktım çünkü tüm ruhumun ona akmakta ısrarcı olduğunu kabullenmiştim. Ne olacaksa ben ona güvenirken olmalıydı. Kalbim, başlarda her ne kadar engellemek istesem de bana bir yıkım getirmeyeceğine çoktan inanmıştı. 

 Ne yalan söyleyeyim, bunu uzun zamandır yaşadığım en iyi histi.

 Hızımı azaltmaya çalışarak garajın önüne doğru ilerlerken, kendi hapishanesinden yeni tahliye olan kalbim, yine o tanıdık, gıdıklayıcı hisle çarpmaya başlamıştı. Sanki gün ışığı bir tek bugün varmış, tüm kız çocukları bugün doğmuş misali gülümsedim. Bera ile bu halimiz, bana iyi geliyordu. Geldiği gün, ona hislerimi, düşüncelerimi açık açık söylediğimden, o, her daim beni anlamayı seçtiğinden bu ara birbirimize iyi geliyorduk, biliyordum.

 Canım adamım.

 Canımın içi adamım.

 Bera, arabadan indiğindeyse, sırf bu yüzden, yanına yaklaşıp omuzuna kondurduğum öpücükle ona bir nevi teşekkür etmiştim.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin