28. BÖLÜM: "AFONİ"

1.5K 111 1
                                    







   Elimde tuttuğum çatalla biraz daha oynamanın hiç hoş bir görüntü oluşturmayacağını bildiğimden, az önceki gergin konuşmanın üzerine kurulan bu bilindik sessizlikte, dikkat çekmemeye özen göstererek, telekinezi denemeleri yapıyor misali, uzun uzun izlediğim sotenin tadına baktım. Damağıma yayılan tat, küp küp doğranmış et parçalarının içine işleyen biber nedeniyle oldukça iyi olmasına, üstelik bu gerçeği kabullenmeme rağmen tadı yetişkinleri bile rahatsız eden bir şurup içmişim gibi hissetmeme engel olamıyordum. İlk yutkunuşumu, arkadan olacak şekilde başıma soğuk bir namlu dayandığında var olan yüz ifadesiyle tamamlasam da aslolan döngüler kendi akışını alışmışlık hissinin verdiği bir sıradanlığa dayayınca normal olarak yüzümdeki kızarıklığın azaldığını hissetmiştim.

Nehirden denize, denizden okyanusa akan suyun yol güzergahı kadar doğruydum çünkü değil taşı gerekirse devasa bir dağı delebilecek olan kabullenme evrelerinden birinde derin derin, yağlı urgan son anda kopmuşçasına nefes alıp veriyordum.

Altı kişilik bir masada yapılan kısık sesli tartışma, cesetsiz bir cinayet.

Şimdi, ses veren sessizliğin ıslak topraktan farksızlığını epey iyi biliyor, el birliğiyle, bir ölümü ortadan kaldırmaya çalıştığımızı biliyordum.

Yoğun, ürkütücü sis içerisinde, çıplak ayaklarımla ormanın derinliklerine doğru koşup kurtuluşuna ulaşmak isteyebileceğim tek adamın, siyah kot pantolonla sarmalanmış bacağına, küflü geçmişi geleceğinin boğazına yapışmış biri olarak ne kadar güvenilir bakabilirsem, ondan daha fazlasını yapabilmeyi dileyerek baktım. Bera, hemen yanımda oturmasına rağmen, göze olduğu kadar yitik bir kalbe dahi güzel gelen yüzüne değil, sadece bacağıma dokunan bacağına bakabiliyordum. Burun kökümü sızlatan bir iç çekiş kadar suskundum, bu kadarını becerebiliyordum. Ayrıca dili sadece onun anlayabileceği bir alfabeden oluşan suskunluğumun yanı sıra, içimdeki hassasiyet bekçisinin gözüne kestirdiği mantığımın buyruklarını hala duyuyor ama yine de bir kez daha yüzüne, sarısına tüm ömrümü bırakabileceğim gözlerine bakamadığım için kendimden utanıyordum.

Onun, ilk bakışımda beni buradan götüreceğinden de emindim, evet ama ne olursa olsun, bunu yapamaz, isteyemezdim. Nasıl, o bana ait her şeyi kendisininmiş gibi sırtlanıyorsa, ben de burada onun yanında olmalıydım. Ha, bunu yaparak şartları eşitlediğimi de düşünmüyordum; sonuçta onun hayatını mahvedenin kim olduğunun bilincindeydim.

Onu gökyüzünden yeryüzüne indiren bendim.

Neden, bilmiyorum ama bendim.

Haldun Bey, Talat Bey'in kuralcı ve katılaşmış sesinin aksine umduğumdan daha içten gelen bir tınıyla, "Biraz daha bezelye, pardon, bezelye de enfes olmuş fakat et sote alabilir miyim, Galina?" diye sorduğunda bulanıklaşan bakışlarımı tabağımdan kaldırdım. Duyduğum bu sıradan, günlük kullanabilecek kadar hafif soruyla kendimi kumsala savrulmuş ancak son anda kıyıyı yoklayan bir dalgaya tutunmuş bir balık gibi hissetmiştim. "Bir tabak dolusu yememe rağmen tadı damağımda kaldı vallahi."

O sırada ben hariç herkesin soteyi bitirdiğini gördüğümde tekrardan kızarmış, bu hissin, fark edilmesine karşı olan endişemi taşıyan bakışlarım, Zerrin Hanım'ın duru bakışlarına dokununca sessiz sessiz kendi çemberime yönelmiştim. Galina, "Tabi, uzat sen tabağını." derken bir daha başımı kaldırmayı da düşünmüyordum fakat, "Doğay." diye seslenen bu büyülü sesin sahibine en başından, ta o piyanonun asılı olan o fotoğraf karelerinden bağlıydım. Cevap vermeme kalmadan, "Sen yememişsin. Beğenmediysen sorun değil, tabağını değiştirebilirim." diyerek eklediğinde hakikaten ne diyeceğimi şaşırmıştım.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin