35. BÖLÜM "ZARURİ"

396 25 3
                                    


    

   Kelimeler ne zamandan beridir herkes için farklı bir anlam ifade eder olmuştu? Bunun bir başı bir sonu var mıydı yoksa hep mi böyleydi? Saçma sapan kalıplarla kelepçelenen öznel ve nesnel bağlamlar, birçok bilimsel teori neden kalbe dokunamamıştı? Düşünceyi, hislerimizin ruhumuzdaki farklı etkilerini bu derece önemli ve değerli kılan ne olabilirdi? İnsanoğlu neden bunları sorgulamaz, neden sadece zor zamanda bir şeyleri eşeleme çabasına girerdi? Kelimeler... Onların benim kalbimdeki anlamı neydi?

 Mesela hırs, net bir biçimde, tüm hissiyatların, kalp çarpıntıları eşliğinde zirveye ulaşmak arzusuyla dibi görmesi, hem başarının hem başarısızlığın anahtarıydı. Ruha yerleştiği anda kurtulması ancak sona ulaşıldığında var olan yıkımla gerçekleşecek devasa bir sis bulutuydu. Sonuçta binlerce rengarenk balon elbette ki ayakları yerden keserdi evet ama tedbir alınmadığı müddetçe tekrar yere inmek oldukça zor ve tehlikeli olabiliyordu. Dahası yükseklerin de her daim güvenli kalacağını kimse söyleyemezdi. Her rengin içerisinde -en azından benim için- hem beyaz hem siyah yer alırdı. 

 Sarsıntı, olumsuz da olsa zaruri bir başlangıçtı, ilk tedirgin gözyaşıydı ve o gözyaşı muhakkak kalbe akardı. İyi ki de vardı çünkü güçlü olan ilk seferde yıkılmaz, temkinliyse şayet önemlini alırdı. Bazısına öldürücü bir kurşun darbesi, bazısınaysa basit bir yara olurdu. Sarsıntı işte bu yüzden güçlü bir histi; insan yıkılacağı anı, bazen bir ses, bazen bir söz, bazen de bir gidişle tanıyabiliyor, şanslı ya da tedbirini almışsa yıkımı durdurabiliyordu. Bense tek el bir silah sesiyle tanımıştım fakat öyle olmamıştı, yıkımı durdurmayı bırak, yıkılanların altında kalmıştım.

 Güçlü değildim.

 Bunu hep kabullenecektim.

 Ben sadece moloz yığınlarının altında yaşamın ipini tutuyor, kurtulmayı bekliyordum.

 Bu zoraki tanışmanın içerisinde var olup devamında her daim tenimde tutunan belirsizliğin asil gibi görünen en rezil kurbanıydım. Gözkapaklarımın da bilincimin de açık olduğuna binlerce kez yemin edebilirdim fakat saf acıdan ve bu acıyı ara ara baskılayan öyle ki yok edebilmeyi dahi başaran Bera'dan başka bir şey göremiyordum. Gerçekliğin içerisinde de gerçeği kaybetmiştim. İnsan bana kalırsa en çok bilmediğinden korkardı, bende gitmem gereken yollar biliyordum, doğru fakat nasıl gidilir, bilmiyordum. İşte ruhumda çevik bir asker gibi nöbet bekleyen, silahını şakağıma hizalayan endişe kelimesini de böylelikle kalbime küçük bir kan pıhtısı olarak taşıyordum, onu ruhumun Tuna'sı ilan etmiştim. 

 Bera'nın beni üzerine bıraktığı yatağın nevresimini avuçlarımın arasında sıktım.

 Bekledim.

 Duvarı izledim.

 Bekledim.

 "Ya kimsesizlik?" dedi, içim.

 Biraz daha direnmek istedim. Bu sefer, "Ya kimsesizlik benim için ne demek?" diye kendi kendime sordum.

 Bekledim.

 Kimsesizlik, ne demekti?

 Kendimi düşünmeye mahkum ettim. Düşündüm... Düşündüm.

 Kimsesizlik, o, ruhumun kimiydi? Dimdik, yıkılmaz bir suretle yan yana dizilen dağların dahi göğsünü titreten kimsesizlik, sevmeyi kendi kanında boğulmak sanan, hafızamdaki yerini yıllarca hıçkırıklarıyla dolduran annem miydi? Sınırı olmayan bir düşünce yığının içerisinde dakikalarca hiçbir şey düşünmemiş olmama karşın zorlana zorlana gözlerimi araladığımda beni devasa bir sessizlikle karşılayan, daima bembeyaz fakat içimi sızım sızım sızlatan şu tavanı andırıp varlığımı asıl ikilemde bırakan adam, babam mıydı? Ne acı, yoksa bana zararı dokunduğunu bile bile sırf hayatımdaki yeri ve sımsıkı sarılmış, benim gözüme fazlasıyla masumca gelen çocukluk anıları hatırına hatalarını, günahlarını yuttuğum Tuna'yı bir kez dahi karşıma alıp endişelerimden bahsedemeyişim, yalnızlık korkusuyla burun buruna, bir başıma yanmam mıydı kimsesizlik? 

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin