Yıllar önce, lise dönemimin ortalarında, her sabah derslerden önce sahilde sanki birini, bir şeyleri beklermişcesine oturuşumu, yine aynı tekrarın yaşandığı günlerden birini, kahvaltı yapmadığım için orada yediğim karışık sandviçin sonradan yüreğime bıraktığı o derin sızıyı hala hatırlıyordum. Sandviçim bittiği sırada okuldan bir çocuğun, muhtemelen benimle aynı yerden aldığı sandviç ve ayranı, yavaşça önünü kesip ellerini uzatarak isteyen, o sessiz isteğiyle zihnimde kocaman bir yer edinen, taş çatlasın beş altı yaşlarında, ayakları çıplak olan oğlan çocuğunu... Çocuğun aldıklarını, biraz ileride bekleyen ve kendinden yaşça küçük olan diğer çocuğa verişini... Sessizliğini... Sessizliğin denizin üzerini tamamen kaplayıp yeryüzündeki adaletsizliği temsil ederek yayıldıkça yayılışını... Orada öylece izleyip, Tuna'nın çekiştirmesiyle okula dönüşümü hala hatırlıyor, kendimden -her aklıma geldiğinde- utanıyordum. Hala neden donakaldığımı, ne diye onlara yiyecek bir şeyler almadığımı anlamlandıramıyordum. Sonra markette sadece bir tane şekerli sakız alıp alamayacağını güzelce soran kızını, alırlarsa ekmek paralarının kalmayacağını söyleyerek aşırı bir şekilde azarlayan, susturan ve aslında sadece etrafındakiler duyduğu için utandığından bağıran annenin, kalbindeki o devasa ağırlığı hissetmiştim. Çocuğunun gözü önünde kafasına silah dayanan bir başka annenin gözündeki çaresizliği görmüştüm. Yeni doğmuş bir bebeğe, maç izlerken ağlayıp rahatsız etti diye tokat atan, toprağın kabul etmeyeceği şerefsizler de tanıyordum. Daha niceleri...Gözle görebildiğimiz acılar, başkalarının hayat hikayeleri... Onları daima iliklerime kadar hissedebiliyordum. Bin kat yabancı biri için dahi kalbimin bir köşesini bir ömür kapkara tutabileceğimin farkındaydım. Bir yanım cehennemin saf ateşiyle taçlanırken bile içimdeki iyi niyet kavramına sıkı sıkı sarılmış, onu korumaya çalışmıştım. Evet, doğru, büyükçe bir çukurun içerisindeydim, istemeden de olsa düşmüştüm, yardım çığlıkları da atmıyordum fakat en ufak ayrıntıda, kendim için olmasa bile bir başka kalbin yarasına ağlamak istiyordum.
İnsanın kendi acısıyla bir başkasının acısına vahlanır gibi baş edemeyeceğini de böyle böyle, ikisini de kendi terazimde karşılaştırarak öğrenmiştim. Belki de onca zaman, kendime yaptığım haksızlığı da bu yüzden görememiştim; ben, beni aklımı kaybetme noktasına getiren acılarımı susmuş, suskunluk da beni suçlu ilan edince bunu kabullenmiştim. İçten içe Bera'nın toplantı için gideceği, Galya'nın olanları anlatacağı anı beklediğim bir iki saatlik sohbet arasında şimdi istemeden duraksadım çünkü şu an da bir şey öğreniyordum; herkes benim gibi yapmıyordu. Herkesin benim gibi yapmadığını tam şu an gözlerimle görüyordum. Her zamanki gibi şıklığından spor giyinişinde dahi ödün vermeyen, yaşının ona kattığı ağırlığı resmen bir sanat ürünü misali üzerinde taşıyan, sert ama bir o kadar da naif duruşuyla bende tuhaf bir his yaratan hatta o kadar ki başka bir ihtimalde olsaydık, kendime idol sayabileceğim Galya'ya bakmaya devam ettim. Hikayesinin devamı ve devamın sonu her ne olursa olsun, ne yaşanmış olursa olsun, kendini suçlamadığını hissedebiliyordum.
Oysa yerinde ben olsam, nasıl da yıllarca kendimi ezerdim.
Aslında bir amaç uğruna var edilen, tıpkı diğer her yaratılan gibi bir anlam, bir değer taşıyarak yaşayıp sonunda onurla, gururla yok olması gereken varlığıma, eksilttiğim onca yılıma acıyordum.
Bera ile tanışmamış, o gece kafama o silah dayanmamış dahası Tuna hiç ölmemiş olsa hep böyle mi devam edecektim? Hakikaten, hiç mi şimdiki gibi kendimi affetmek istemeyecektim?
Gerçekten neden toprağımı Bera'nın sulamasını beklemiştim?
Ortamı, bulunduğum yeri ve yaptığımız sıradan sohbeti umursamadan gülümsedim. Elimi sakince alnıma götürdüm. Son sorumun cevabını artık biliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HARABE (MAİN)
Teen FictionRuhumun kızıllığında sonsuz bir acıyı doyuran asi pişmanlığın çığlıkları adımlarımı hızlandırıyor. O çığlığa dolanarak azar azar yağmaya başlayan yağmur, bedenimdeki soğuğu kalbimin etrafında topluyor. Kimsenin sesi duyulmuyor. Kumsala, gül yaprakl...