Kısa süre içerisinde, zaman kavramını algılayamayacak kadar kötü bir durumda olduğumdan saatlerin o acımasız tik tak seslerini duymaksızın yaşadığım olaylar, beynimin düşünme kabiliyetini koruyan kısmını sıcak kana bulayarak çökertmişti. Ruhum pütür pütürdü. Yoğunlaşan fırtına eşliğinde alev alınca ucu bucağı görünmeyen bir hal alan ormanın ortasında bekleyen geçmiş ile beraber kül olmaya mahkum olan canlı duygularım git gide köreliyordu.Kalbim araftaydı.
Issızlığın ince ince kırılarak sızladığı yerlerde barınmak için direnen can yakıcı hatıralar, silinmeye meyilli olan benliğimin eskimiş duvarlarını sarmalayan umut çırpınışlarına karşı koyamıyordu. Evet, istemsiz bir biçimde depreşen duygularım oldukça heyecan vericiydi fakat yeniden doğabileceğine inandığım aydınlıkta bekleyen bir kapı mevcuttu ve bu kapının aralığından sızan karanlık, dibi sonsuzluğa uzanan bir uçurumu andırıyordu.
Tonlamasını dahi ezbere bildiğim hisler zihnimin içerisinde bağırışırken göz kapaklarım bu durumu yalanlayabilecek kadar ağırlaşmıştı. Bedenimin - gerçek manda- uzun süreli bir dinlenmeye ihtiyacı vardı ve bu nedenle gözlerim, göz kapaklarımın arkasındaki karartıyı izlemeye devam ediyordu. Benim sonu bilinmezliğe çıkan yolumun şeritleri sevgisizlik taşlarıyla çizilmişti. Omuzlarımın üzerinde ağır fedakarlıklar taşıyarak yürüten hayat, acıma içgüdüsünü halen benimseyememişti. Kirpiklerim hafifçe titreyince bedenim daha fazla kasıldı: Bu beklemediğim bir tepkiydi ve acınasıydı. Ufak alev dalgasına can verme hevesiyle tüm varlığını feda eden mumun, en dibindeki o nadide vicdan elması görünene kadar alev dağılacak, çoğu şey tükenecekti.
Vücudum uyuşukluk halinden usulca arınıp ağır ağır hareket etmeye başladığında başımın üst kısımlarında ince fakat bir o kadar da baskılayıcı bir ağrı vardı. Kollarım geçmişin irine bulanmış kinine aldırmaksızın yatağın diğer ucuna uzandı. Göz kapaklarım, reflekslerimi etkileyen anılardan sıyrılarak aralanırken bıraktığı cennet soğuğu parmaklarıma dolanmıştı.
Cennet soğuğu.
O her seferinde, tam anlamıyla bunu temsil ediyor, böyle hissettiriyordu. Varlığı, köklü, yıkılmaz bir cennetti. benliğinde bulunan eşsizlik dallanıp budaklanarak dört yanı sarmalamıştı. Her seferinde duyurduğu gelecek umudu, tek başına tüm yıkımı unutturabilir nitelikteydi. Benim onun yanında derinden hissettiğim vicdan muharebesi bile kusursuzdu.
Ve Bera Baybars, kendini geriye çekmesinin ardından cennet soğuğunu, azar azar birikmesiyle oluşan yoğunluğu, son darbeyi vurana kadar hissettirmeyen bir özlemi bırakıyordu.
Parmaklarım, krem renkli saten üzerinde gezinmeye başladı. Normal şartlarda hissettiğim soğuk, var olan ısı alışverişiyle azalmalıyken tam tersi meydana geliyor ve çoğalıyordu. Buna rağmen karşı karşıya kaldığım durumun hiçbir fiziksel kanuna zıtlığı da söz konusu değildi. Olanlar oldukça beklenilen, sıradan durumlar gibiydi. Tanrı'nın kuralları kusur tanımıyordu.
Kulaklarıma doluşan birkaç nazik kapı tıklatma sesiyle aynı saniyelerde bakışlarım da diğer kapının kolundaki hareketliliğe dikkat kesildi.
Her iki kapı da aralandığında gözlerim kapalıydı.
Genç kız, "İzin almadan girdim." dedi, gereğinden olukça fazla mahcup bir ses tonuyla. Tedirgindi. "Şey.." diyerek ekledi. Bu sırada ağır ağır atılan adımların vurgulu sesleri de birbirini takip ediyordu. "Ben sizin de uyuduğunuzu sanıyordum ve Baha Bey sizi kahvaltı saatinin geldiği ile ilgili bilgilendirmemi istedi. Kendisi sizi büyük salonda bekliyor."
Uyuduğumu düşünüyordu.
Kapıyı çalmaya devam ederek uyandırmayı düşünebilirdi.
O, araya kısa bir boşluk ekleyince Bera'da boğazından çıkardığı hırıltılı sesin ardından derin bir soluk verdi. "Kusurumu mazur görün, lütfen." derken kızın sesindeki titremenin azaldığı belliydi: Bera'nın sakın tavrı, var olan gerginliği bastırmaya yine yetmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HARABE (MAİN)
Teen FictionRuhumun kızıllığında sonsuz bir acıyı doyuran asi pişmanlığın çığlıkları adımlarımı hızlandırıyor. O çığlığa dolanarak azar azar yağmaya başlayan yağmur, bedenimdeki soğuğu kalbimin etrafında topluyor. Kimsenin sesi duyulmuyor. Kumsala, gül yaprakl...