7. BÖLÜM: "RUBATOSİS"

8.2K 588 19
                                    

"-Devam etsene, dedi. Sonra ne olmuş?

-Sonrası ne olacak? Küpeleri görünce, apartmanı da, Mitri'yi de unutmuş, şapkasını kaptığı gibi soluğu Duşkin'de almış ve bildiğimiz gibi ondan bir ruble kopararak, küpeleri sokakta bulduğu yalanını kıvırmış ve hemen eğlenmeye gitmiş... Cinayetle ilgili olarak da eski söylediklerini tekrarlamış: "Ne bir şeyden haberim var, ne de bir şey biliyorum. Olayı ancak önceki gün duydum." "Peki şimdiye kadar niçin saklandın?" "Korkumdan." "Peki, kendini niçin asmak istedin?" "Düşünceden." "Ne düşüncesinden?" "Beni mahkum ederler diye." İşte, hikayenin hepsi bu. Şimdi, sen ne düşünüyorsun, ne dersin, onlar bundan nasıl bir sonuç çıkarırlar?.." diyerek okumaya devam ettiğim sayfayı yarıda bıraktım. Bera'nın belini mutfak tezgahına yaslamasından bu yana, bana sabitli olan bakışlarında bir kez dahi karşılık vermemiştim, bunu istesem de başarabileceğimi sanmıyordum.

"Böyle yaparsan okuyamam." diye eklediğimde memnuniyetten yoksun bir yüz ifadesi ile ayağımın altındaki yastığı düzeltmiş, kitabın kapağını kapatmıştım. "Dikkatimi dağıtıyorsun!"

Kitabı masanın üzerine bıraktım.

"Bir anlaşma yaptık." dedi, düzce. Doğru söylüyordu. Ben uyandıktan sonra bir yarım saat kadar tekrardan birbirimizin zihninden geçenleri dinlemiş, yürüyebiliyor olmama aldırmayarak beni kucağında taşımasının üzerine de mutfağa gelmiştik. Halledebileceğimi söylememe rağmen her şeyi kendisi yapmayı seçip beni de ortalarına yaklaştığım romanı sesli bir şekilde okumakla görevlendirmişti.

Ben, ona bakmamaya çalışır vaziyette yaklaşık bir on dakika hiç ara vermeden okumaya devam etmiştim.

"Okumayacağım." dedim. Satırlardan onun gözlerine akan gerçeklere boyun eğiyordum. Göğsünde birleştirdiği kollarını serbest bırakıp tezgahtan tutuşunu izledim. Açık sözlü oluşundan, söylediğim beyaz yalanlara simsiyah gerçekler bulmasından çekiniyordum. Masanın üzerinde duran bardağı avuçlarımın arasına aldım ve bir yudum su daha içmeyi denedim. İlgisinin düşüncelerimde toplanmasını engellemek istemiştim. "Doğruları söylemek sana neden bu kadar zor geliyor?"

"Ne?" Bardağı yüzümün hizasından çekip kucağımda tutmuş, bakışlarımı kızgınlığımı belli edercesine ona yönelttim. "Dikkatin dağılmadı." dedi, yalan söylememe kızmadan. Eline aldığı sandviç tabaklarını masaya bıraktı. "Son satırları okurken nefes nefese kaldın. Etrafındakileri geçtim, kendi düşüncelerinle bile savaşıyorsun." Sert bir ima kullanmıştı. Çayın altını kısarken bu sözleri söylemek istemiyormuş fakat zorunda da değilmiş gibi tuhaf bir görüntü çizmişti. Bardakları tabakların yanına yerleştirdi. "Evet fakat bunu herkes yapmıyor mu zaten?"

"Asıl sorun, bu sürekli tekrarlıyor olman. Bu doğal değil, Doğay. Okuduğun ve gördüğün her şeyi benimseyip, kendinle çelişmekten vazgeç. Bu kadar umutsuz olma."

Birazdan yiyecek olduklarım şimdiden boğazıma dizilmişti. Kesin ve net konuşmasının yanında, ses tonundaki içtenlik onu gerçekçi kılıyordu: Kimse onun yalan söylediğini anlayamazdı. Bakışlarım romanın kapağında gezinirken çayı bardaklara doldurdu. Masada her zamanki yerine, tam karşıma oturması birkaç saniyesini almıştı.

Ayağıma dikkat ederek sırtımı geriye yasladım. Düşünmemi istiyormuş misali benden bir cevap almadan, sandviçten bir ısırık almıştı. Güçlü görünüyordu. "Beni mahkum etmelerinden korktuğum yok." dedim, burun kemiklerimi sıkarak. Kolumu masaya yasladım. "Ceza alırım diye de hiç ölmek istemedim."

Bardağını masaya bıraktı. Çayına şeker atmamıştı. Oturması, kalkması bile kendine has bir beyefendilik taşıyordu. "Doğru söylüyorsun." dedi. Gözlerini kıstı ve kirpiklerinin belirginleşmesini sağladı. "Sen zaten ölmekten korktuğun için ölmek istedin, değil mi, Doğay?"

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin