Sonu umutsuzluğa bağlanan aralıksız bir yorgunluk ardına, çıkmaz sokak sanılan zorluğa kesin bir ferahlama olan, bir dalganın kumsala yumuşak yumuşak dokunuşunu var eden, dilerse, binlercesinin boğucu sıcaktan can verdiği kurak toprakların ortasında dahi susuzluğu gideren, biri bin, bini bir edebilen yaratıcı, El-Kahhar, her kalp atımında yepyeni bir şansa sahip olduğunu çoğu zaman göz ardı eden insanoğlunu, üzeri itinayla örtülü, en gizli kusuru hatta önüne kir pas içerisinde sunulan kusursuzluğu dahi gayet net bir biçimde ayırabilecek kadar akıllı yaratmıştı. Bu mucizeyi hakkıyla kullanmak ya da kullanmamak bize kalsa da bu kati suretle değişmeyecekti; potansiyel olarak her kalp, fiziksel işlevinde de ruhsal bağlamlarda da sonsuz bir parıltıydı. Olmak, olmamak; yapmak, yapmamak. (Şöyle bir bakıldığında var olan her şeyin tek bir denge üzerinde toplanmasında aslında bunun da büyük bir payı vardı.) İnsan, aklıyla beraber, seçimlerini kendi iradesiyle yapabilecek fizyolojik bir yapıya sahipti.
Engeller elbet bir yerde çekiliyordu, çekilecekti.
İrade bizim, mutlak kudret muhakkak bizi yaratanındı.
İsteklere, zorlamalara ek olarak bireylerin ya da olguların etkileri altında yapılan seçimlerimiz, her zaman bizi olduğumuz kişi olarak kalmaya, kendimizi bulmaya yetmese de, ruhumuzun belirli bir kalıba sığması bakımından engel değildi. İşte o sebepten, insan belirli bir yaşa gelene kadar, ebeveynleri tarafından kendi kendiyle anlaşabilecek, dünyayı taşıyabilecek kadar iyi yetiştirilmeliydi çünkü uçurum öyle sanıldığı kadar uzakta değil, şayet önüne bakmadan yürürsen bir adım ilerideydi. Yatak odasının girişine kadar gelip, kalan ufacık aralıktan Bera'yı izlediğim süre içerisinde artık tüm algılarım bu düşünceye odaklıydı. İnsan, em mekanik dönemde dahi yaratılışın doğal yapısına sadık kalmalıydı.
Bera'nın da bu konuda gözle görülür bir güzelliği vardı. Ortalamanın üzerinde, kusursuz bir zekaya, sağlam, çevik bir vücuda sahipti fakat onu tanıdığım süre içerisinde onu kötüleyebileceğim bir girişimde bulunmamıştı; seçimleri doğruydu, doğaldı. Cezbedici şeyler çoğu zaman yanlış şıktır bağlamının dışında tutulmayı sonuna kadar hak ediyordu. İradesine verilen kudreti büyük bir sapkınlıkla kötüye kullanıp, hiç umursama da dilime ya da insanların dillerine onu yeren şeyler dokundurmak yerine, kimliğini dürüstçe taşıyordu.
Ben eminim. Ben çok eminim, benim bilmediğim her şeyde de bu böyleydi, değişmeyecekti. İçinde nefes alıp verdiğimiz devasa gezegen, üzerine ayak basan her renk tonuna sahipti, evet fakat büyüdükçe büyükçe bir kaos, -son ana kadar- ne kadar ses getirirse getirsin, onu tümüyle sarıp sarmalayacak o nadide çiçekler yetişecekti.
Bu en olmaz zamanlarda dahi mümkündü.
Kalbim, Bera'ya muhtaçtı.
Üzerine geçirdiği koyu renk basit tişörtle, zihnimin kararan duvarlarını yıkacak bir harita çizdiğim sırtını örtüşü beni düşüncelerimden koparamamış olsa da belki de saatler hatta günler geçse sorun olmayacak, onu buradan izlemek beni hiç yormayacaktı. Bir kurtuluşu andıran, parmaklarımın aheste aheste üzerinde gezinmesi sırasında aklımın başımdan gittiği, deli olurcasına özlediğim ensesini öpmekle ilgili arzularımın, kokusunu biraz olsun dudaklarımda harmanlama isteğimin daha da artması engel olunacak gibi değildi. Duvardan tutunan elim, parmak uçlarım moraracak derecede sızladı. Uzaklık, şu an cennet ve cehennem arasındaki mesafe kadar yıpratıcıydı. Onu çok yakıştığımı düşünen yanımı acımasızca tokatlayan vicdanımdı. Sanki öylesine, birkaç saniyeliğine de olsa ufacık bir gülümsemeye dahi hakkım yoktu. Hayatın getirdiklerinin ardından vicdanım çıkagelmiş, onun güzelliğinin, benim kirli varlığımdan olan üstünlüğünü yüzüme vurmaktan çekinmemişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HARABE (MAİN)
Teen FictionRuhumun kızıllığında sonsuz bir acıyı doyuran asi pişmanlığın çığlıkları adımlarımı hızlandırıyor. O çığlığa dolanarak azar azar yağmaya başlayan yağmur, bedenimdeki soğuğu kalbimin etrafında topluyor. Kimsenin sesi duyulmuyor. Kumsala, gül yaprakl...