29. BÖLÜM "DÜÇAR-I AZAP"

1.4K 110 7
                                    



Yukarıdaki parçadan bir kesit bırakarak iyi okumalar diliyorum.

"Gerçek seni incitemez, sadece karanlık gibidir; aptalca korkutur."



Yakın zamanda antika sayılacak bir tablodaki zorlu şekillerin, usta bir hayalperestin zihnindeki oluşumu, birleşimi ve anlamlandırılması kadar karmaşık olan yansımaları, bitmeye programlanmış gündüzün şen kahkahalarından daha içten, daha anlamlı gelen gecenin asıl rengi neydi?

Soğuk.

Sıcak.

Soğuk.

Çok soğuk.

Gözyaşı şişelerini, gün içerisinde var olan ısının ya bir tık üstünü ya bir tık altını oldukça iyi tanıyan gecenin rengi, her insan için kendi ruhunun rengiydi.

İnsan formundan olabildiğine uzak olup, bizim hem bedensel hem de ruhsal işlevlerimizin en iyisine, en kusursuzuna sahip olan yaratıcı, El-Vahid, El kuddüs, duygusal seçimleri kullarının kendi nefsine bıraktığı bir zaman dilimi yaratmıştı ve hiç şüphesiz bu zamanda da, güneş çekiliyor, iste ya da isteme, ucu bucağı belli olmayan gökyüzü seni çepeçevre sarmayı başaran duygu oluveriyordu. Gökyüzündeki sokakların lambaları olan yıldızlar sayılamayacak kadar fazla, bulutlar kimi zaman o sokakları da yıldızları da yalanlayacak kadar yoğundu. Ha, var olan renkler kati suretle solmuyordu. Bir sonraki gündüzü bekleyen renkler, bir süreliğine görme yeteneğimizden sıyrılıyor, kalbimizin en derininde gizlenen oda halini alıyordu.

Aslında, asıl sevilmeme, sürekli bizi yoran hislere davetiye çıkarma nedeni de tam olarak buydu; gece asla belirli bir kalıba sığmıyor, insanın ta kendisini temsil ediyordu.

Söylediklerim şu an benim için de doğruydu.

Belki... Belki bu Bera'nın da doğrusuydu.

Kirpiklerim belli belirsiz kıpırdandı. Sanki, içinde bulunduğumuz arabanın dışında kıyamet kopuyormuş ve biz gözle görünen kargaşaya rağmen hiç hareket etmeden, konuşmadan sadece olanı biteni izliyormuşuz gibi geliyordu. Aptal kuvveti direnç konusunda fos çıkan bakışlarım, hemen yan tarafımızda akan seyrek trafiğe değil, karanlığın yuttuğu harabeliğe dokunmaktan yorulup ellerime yöneldiğinde ilk adımı atanın ben olmam gerektiği de ortadaydı.

Bera, ben istedim diye buradaydı.

Kalın olmasıyla beraber bir adamda olabilecek en hoş duruşa sahip olan parmaklarını sessiz bir ritim tutarcasına hareket ettirdi. Durdu. Aynı şeyi tekrar yaptı. Sonra yine durdu. Ellerini direksiyonda tutmanın yanında sırtını da tamamen koltuğa yaslamış olmasının yarattığı kusursuz görüntüyü artık suyun altında tutmak imkansızdı. Haliyle ruhsal olarak benden daha dik bir duruşu vardı. İlerleyen dakikalara karışmıyor, müdahale etmiyordu. Bera, buraya neden geldiğimizi bildiği gibi susmayı seçtiğimi de biliyordu.

Torpidoda olmasına alıştığım naneli şekerlerinden bir tane çıkarıp dudaklarımın arasına yerleştirecekken, ani bir kararla şekeri onun dudaklarının arasına bırakmış, sonra onun dudaklarına değen parmaklarımı ağır ağır hareket ettirip ikinci şekeri kendi dudaklarımın arasına koymuştum.

Sırtımı belirgin bir biçimde geriye yaslayıp dik bir oturuş buldum. Sağ üst bacağımı kaşındığı için değil, bir şeyle ilgileniyormuş gibi yapmak için tırmalarken aslında sadece gözlerimi kapatmak, o dudaklara değen parmaklarıma biraz daha dudaklarımın üzerinde bekletmek istiyordum.

Uzun süredir aç olan bir insan misali ağır bir yutkunuş bıraktım.

Damağıma yayılan anlamlı tad ve aldığım kokuyla sakinleşmeyi beklerken, "Ben şeker sevmem." demesiyle acele etmeden ondan tarafa döndüm. Yüz hatlarındaki keskinlikte, vurgu kullandığı sözlerini destekleyecek hiçbir ifade bulamamakla beraber kendim de tepkisiz kaldığımdan konuşmadan önce usulca torpidoyu işaret ettim. "Orada oluyor ya hep bunlardan, seviyorsun sanmıştım." dedim, bilmeden tonlama kullanmadığım, kısık, uykulu bir sesle.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin