Gecenin canını alabilecek bir hırçınlıktan saatler sonra güneşin ufuk çizgisinde belirmesiyle durulmaya başlayan yorgun rüzgar, günlerdir bir bıçak kadar keskin olan fakat katiyen kara teslim olarak kırılma düşüncesi olmayan soğuğu delerek bedenime çarptığında hissettirdiği şey, saf bir yanma hissiydi. Doğrular ve yanlışlar arasında mekik dokuyan benliğim doğanın karşı konulmaz cazibesine dikkat kesilmişti. İyilik kavramının ruhunda konaklayan bir şeylerin açlığını duyan bakışlarım uzunca bir süre etrafı izlemesine rağmen başımı kaldırıp da gökyüzüne bakmaya dair düşüncelerimi reddetti. Yavaştan yavaştan kanıma karışan uyuşukluk yüzümdeki ateşi unutmama sebep olurken çevremdeki çoğu şey kusursuz, gökyüzünde bekleyen o güneş yine çok yalancı gelmişti.Attığım adımların Bera'nın adımlarından tutunması için çabalamadan, aramızdaki görsel düzen uyumunu ikimizin de çaktırmama isteği sayesinde sağlıyor olmanın yarattığı huzuru içime içime sokarak devam etsem de koşmaya başladığımızdan beridir ilk kez hız kesecek olmanın rahatlığıyla yavaşlarken sonunda tabelanın tam önünde durdum. Elimde tuttuğum fakat ağırlığını bir gram olarak dahi hissetmediğim su matarasının kapattığını çevirdiğim sırada dingin, düşüncelere bir mola sayılacak kadar boş vermiş bir edayla tabeladaki yazıları okudum.
Atatürk Sitesi.
Bu tabelayı, koşu parkuru içerisinde tam üçüncü kez görmüştüm.
İçtiğim su, nefes alıp verişlerim sırasında kuruyan dudaklarımdan yankı altında ezilen damaklarıma, oradan da iştahlı yutkunuşlarım sayesinde yemek boruma doğru kayarken var olan berrak his, bir doyum hissinden başkası değildi, emindim. Bekledim. Su sanki ciğerlerime dağılıyormuş gibiydi çünkü nefesim kendi düzenine kavuşmuştu. Bera, kulağına dolan müziği durduğunu anlayabileceğim bir biçimde koluna yöneldiğinde kasılan göğüs kafesim daha rahattı.
İlk söylediği sözleri anlamayıp, bu sefer ben de kendi telefonuma yönelince, benim hala müzik dinliyor olduğumu yeni fark etmişti. Tüm bedenim hareketsiz kalana kadar bekledi. "Yoruldun mu?" diyerek sordu, ona fırlattığım matarayı tek hamlede yakaladıktan sonra.
İlgili bakıyordu. "Hayır."
"Sadece soğuk dudaklarımı kurutmuştu." Ellerim dizlerimi destekledi. Suyu içişi, az önce yaşadığım rahatlamadan daha farklı, daha üst seviye bir rahatlamayı bedenimle buluşturduğunda gözlerim benden bağımsız bir biçimde hareketlenip kaçacak yer aradı. "Su iyi geldi." diyerek eklediğimde birbirine bağlanan harflerim derin bir nefese eşlik etmişti.
Mataranın kapağını çevik hareketlerle kapattıktan sonra saatine baktı. "Hadi." demişti, ikimizi de yormayan bir tonla. Dün şirketten geldikten sonraki gerginliği üzerinde değildi.
Evet.
Evet, çok fazla sakin de değildi fakat o da tıpkı benim gibi elimizde olan tek şeyin, şu anın tadını çıkarıyordu. Bir arada, gündemde olandan farklı bir şeylerle uğraşmak ikimize de iyi geliyordu. İkimize de diyorum çünkü bu düşünceleri, bu sabah Bera'dan da duymanın rahatlığını taşıyordum.
Duhâ. Duhâya bir teşekkür borçluydum fakat bu düşüncemi -şimdilik- kendime dahi belli etmekten çekinir vaziyetteydim çünkü müziği, onu duyabilecek tonda devam ettirip, "Hadi." diyerek onu taklit edişim hoşuna gitmiş olmalı ki, dudağının bir kenarını elmacık kemiğine kadar değdirişine şahit oluyordum.
İçten içe yanıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HARABE (MAİN)
Teen FictionRuhumun kızıllığında sonsuz bir acıyı doyuran asi pişmanlığın çığlıkları adımlarımı hızlandırıyor. O çığlığa dolanarak azar azar yağmaya başlayan yağmur, bedenimdeki soğuğu kalbimin etrafında topluyor. Kimsenin sesi duyulmuyor. Kumsala, gül yaprakl...