13. BÖLÜM: "ALACA"

6.3K 548 15
                                    


Kaderim 17 Ağustos 1999 tarihli Gölcük Depremi'nde, göçük altında kalarak feci şekilde can veren kalabalık bir ailenin hayatta kalan tek ferdi, tek çocuğuydu. Kaderim kimsesizliğin kolları arasında uyumaya alışmıştı; O depremzede uzun zamandır, terk edilmiş, yıkık dökük bir evde kalıyordu. Evin çatısı damlatıyordu ve kimsesizlik, benliğimi çepeçevre koruduğunu düşündüğü kalın postundan başka bir şey de değildi. Kaderim, hiçbir yardımı kabul etmeyecek kadar katılaşmış, yüzündeki karalığı benimsemişti.

Tabiat ananın esareti altında kalan duvarlar soğuktu. Çökmek üzere hazırda bekleyen zemin, buza basma hissini her yeni adımla beraber tekrar tekrar hissettiriyordu. Eski pencere korkuluklarının kenarlarında, kırılan camlardan arta kalan parçalar bulunuluyordu ve o parçaların keskinliğine sürterek içeriye giren ayaz, ayağında siyah bir kurdele ile sarılı bir mektubu taşıyan posta güvercinine benziyordu. Genç sınıfın elindeki kahve fincanını eksik etmeden izlediği mevsim geçişleri de, kötü haber veren ıslak mürekkepli satırlar gibiydi, acımasızdı.

Soğuk, kaderimin cılız bedenini, benim ise ruhumu hastalandırmıştı.

Soğuk, delici bir günah oyuncağıydı.

Kaderim tatminkârlığı bir hayli küçümsemişti: Sancıyla kol kola olduğum yıllar boyunca kan dolu bir kasenin üzerine birkaç damla süt ekleyerek şimdimi geçmişimden utanmaya hazırlamıştı. Belki de sırf bu yüzden şuan çığlıklarını duyduğum hissin adı doyumsuzluk olmamalıydı çünkü çatısından ara ara da olsa tahta parçaları dökülen evin kapıları hala gıcırdıyordu.

Kanın kokusunu alan hisler usulca sessizliği yudumlaşmıştı. Hiçbiri tek bir pot kırmıyor, ruhuma işleyip son anda canımı alacaklarını belli etmiyordu. Hislerim, oldukça güçlü bir radyasyon dalgasını andırıyordu ve bedenim gün geçtikçe daha da güçsüzleşiyordu.

Kollarım hep çok çabuk yoruluyordu.

Kollarım kurutma makinasını elimden bırakmayı akıl edemeden kucağıma düşmüştü. Uzun süredir saçlarımı kurutmaya çalışıyordum fakat saçlarımın uç kısımları halen ıslaktı. Makinayı prizden çıkarıp derin bir nefes verdim. Yorgunluğumun bedenimi yıkayan su damlalarının yardımıyla silindiğini yeni yeni hissetmeye başladığımdan olmalı, çok kısa bir süre öncesinde takıntı haline getirdiğim bu detay, şimdi o kadar da korkunç gelmiyordu. Tek bir hissin himayesi altına sokmak istediğim bakışlarım, paramparça olan aynanın yerine kalan boşluğa doğru uzanmıştı.

Boşluk.

Boşluk. Kalp atışlarımın ritmiyle oynayan silah sesinden geriye bana kalan tek şey o tıklım tıklım dolu olan boşluktu. Kucağıma kadar gelebilen cam parçasına yansıyan görüntüm zihnimi bir türlü terk edememişti. Yüz hatlarımı sarmalayan mayhoşluk halen o acınası yüz ifademi resmediyordu. Her şey o kadar fazlaydı ki hiçbir şey olmamış misali doğan usturupsuz bir sessizlik, neredeyse hep tahtta kalacağını düşünmeye başlamıştı.

Ellerim saçlarımı düzenledi. Benliğim hiçbir işlev göstermeden, bedenini yaratıcısına teslim etmiş bir ruhun darül-fenayı terk edemeyişini anlatırcasına evin içerisinde dolaşıyor hatta o kadar ki günlerdir etrafımda koşuşturan kargaşa sadece Bera'yı yoruyor gibi geliyordu.

Başımı önce sağa sonra sola doğru savurdum. Bera Baybars gerçekten çok yoruluyordu ve bu düşüncemin artık bir ihtimal olma düzeyini çoktan aşmış olduğu doğruydu.

Bir kere, şuan oturmakta olduğum yatağa bir kez dahi uzanmamıştı. Ellerim alnımı sıvazladı. Asıl sorun bu da değildi. Asıl sorun hiçbir yatağa uzanmamış olmasıydı. Korkutucu bir biçimde dinlenme gereksinimi duymuyor, Baha Bey ile beraber konağa gelen üst düzey adamları karışılıyor, çok rakamlı hesap kitap işleriyle uğraşıyordu.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin