22. BÖLÜM: "APOLET"

2.5K 204 9
                                    







  Yaşıtlarımın aksine oldukça başına buyruk, haklı olduğunu düşündüğü sebeplerden ötürü asabi ve bıktıracak kadar inatçı olan küçüklüğümün, birbiri ardına, birbirinden farklı renklere sahip bir zincir halkası misali dizilen renkleri aşıp karanlığın raks ettiği bir geleceğe ulaşması şuan için beklediğim bir durum olmadığından alnımı daha sıkı baskıladım. Zihnimde can bulan bu rahatsız edici karmaşa ortaya çıktığından beridir, bir zorbanın nasırlı elleri tarafından sertçe itilen kafamın, içi tamamen yaşam sıvısı dolu bir küvete bastırılmış olması kadar boğulmuş hissediyordum ve bir yandan da, gelen telefondan dakikalar sonra kapının çalmasıyla Talat'ın, Bera'nın babasının gelmiş olmasından dolayı gergindim.

Ağır ağır yutkundum.

Bera'nın itiraz kabul etmeyen emirlerine, donukluğuna rağmen karşısındakini eritebilen bakışlarına uyup mutfaktan hiç çıkmamış, sessizliğin doğurduğu gürültüye yenilmiştim; boğulmuş hissediyordum.

Bedenimdeki ağırlığın omuzlarımda, bacaklarımda ve gövdemde toplanmasını sağlayan nefesleri, doğal akışlarını bozmadan almaya çabaladım. Avuçlarımın arasındaki fincandan yükselen buharın sıcaklığı tenime dokunurken çoğalan bunaltı eşliğinde tekrar tekrar dışarıya bıraktığım nefeslerin omuzlarımı nasıl genişlettiğine, ayak tabanlarımın zemine bıraktığı yükü bütünüyle hissetmeye odaklıydım. Ah. Ah, aslında sadece zihnimde birden fazla yere yansıdığını düşündüğüm fısıltıların tam olarak ne dediğini, hangi zamana ait olduğunu anlamak niyetiyle yoğunluğu tek noktada toplayıp anlık bir hamleyle gücüz bırakmaya çabalıyordum.

"Anneciğim."

Yıllar öncesine ait küçük sesim, dakikalardır ilk kez böylesine net çıkınca paslanmış bir balta sol göğsümün aşağısına saplanıp nabzımı sıfıra çekmiş gibiydim.

"Anneciğim."

"Anneciğim."

"Artık oraya gitmeyeceğim. Artık seninle kalacağım anneciğim."

Gözkapaklarımın ardındaki yeşil, düz çizgiyi görür görmez dudaklarımı aralayan ikinci şans nefesiyle beraber gözlerimi de aralamıştım. Parmaklarımdaki titremeyi ancak kahvemden ilk yudumu alırken fark etmiştim. Kendi küçüklüğüme ait sesimden duyduklarıma bakılırsa, pusulası bir kez olsun huzuru göstermemiş olan geçmişin bana hangi anıyı sırtlanıp geldiğini biliyordum: Annemleydim. Kara kara bulutlardan dökülen yağmur damlalarıyla ıslandığını doğruladığım zihnimin arka bahçesinde, anılarımda, annemi, yanından ayrılmak istemeyecek kadar çok sevdiğim bir zamandaydım.

Bu sefer gözkapaklarım siftah dahi edemeden akşamı bulan üç kız çocuğu babasının evine çevirdiği adımlarındaki yavaşlık ve yüreğindeki intihar eğilimiyle kapattım.

Gözlerimi soktuğum zifiri karanlığın içerisinden geçmişe bakınıyordum. Her nasıl olduysa sonunda başarmış, kırışıklıkları gizlenemeyecek bir hal alan ruhumu o küçücük bedene sığdırmıştım. Geçmişteydim. Buğulanan pencere camında tuttuğum minik ellerimi, bir zamanlar kardananne yapmaya yetecek kadar birikmesi için sabırsızlandığım karı izliyordum. Burnumun ucu soğukla temas ettiğinde, dışarıyı görebilmek için yeterli boya sahip olmadığımdan üst üste dizip üzerine çıktığım kitaplardan bir çocuğun çaylaklığıyla inmiştim. Başıma geçirilen bereyi ve çenemi tek eliyle okşayan şefkati hissettim.

"Anneciğim."

"Anneciğim."

"Seninle gelemez miyim?"

"Hani anneler ve kızları ayrılmazlardı, anneciğim?"

Annemin botlarımı büyük bir uğraşla giydirip uzaklaşmasını fırsat bilen inatçılığım zemine oturmama sebep olurken bir yandan da botları çıkarmaya, ayaklarımı özgür bırakmaya çabalıyordum. Elimdeki fincanı gözlerimi açmadan masaya bıraktım.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin