15. BÖLÜM: "DOMİNO"

5.3K 505 35
                                    


Tereddüdün ruhumda söndüğü yerden sıyrılarak kayması sonucu bedenime dökülen ikircik parçalarıyla beraber önümdeki seyir dürbününe doğru hafifçe eğildiğimde, görüş kabiliyetim, koca bir şehrin üzerinde gezinen drone görevi görüyordu. Az önce kilometrelerce uzakta olduğuna hiçbir şüphe duymaksızın inandığım ne varsa şuan tek bir bakış mesafemdeydi ve nefesim, yıllar boyu kavuşmak istediğim huzurun yolunu bulmuşum misali dudaklarımın arasında ezildikçe ezilmişti. Boşta kalan elim Bera'nın kolunun üzerindeydi.

Boztepe denilen dağın tepesindeki tesislerde olduğumuzdan olmalı, en ufak ayrıntısını dahi görebildiğim, hırçın dalgalara sırtını yaslayan bu şehir, bana her saniyesini şah damarımın üzerinde hissederek yaşadığım hayatı hatta o kadar ki buruk bir eksikliği kabullenircesine hiç yaşayamayacağımı düşündüğüm yaşantıyı çağrıştırmıştı.

İnsanoğlu her şeye hem çok yakın hem de çok uzaktı.

Farklı çatıların altında ayrı ayrı nefes alan hayatlar, sıcak uykuların, arsızlığa meyilli sarhoşların, anneleri uykusuz bırakan süt dişlerinin, yan odadaki küçük çocukların ellerini kulaklarının üzerine kapatarak yok etmeye çalıştığı kavgaların, tutkuyu gözleri bağlı bir halde boşluğa bırakan gece sevişmelerinin, kanın ve çiçeğin birleştiği yerdi. Vahdaniyetin sorgusu olmazdı çünkü bivefanın toprağında mor listanyus çiçeği yeşermişti. Kalbim bir anda tüm organlarımı iflas ettirecek şekilde tekledi. Benliğim yokluğuyla sınandığını düşündüğü şeyin varlığı ile sınanmaya mahkum edilmişti.

Tanrı'nın taktığı pranga sadece Tanrı isterse gevşeyecekti.

Ölümle yaşam arasında ikamet eden şeffaf çizgi, oluşturduğu boşluktan atlayan onlarca insanın vebalini üstlenmezdi. Kader topraktan can bulan aciz bir soyu buna ikna edeli oldukça uzun bir süre olmuştu. Ciğerlerim içindeki hastalıklı havayı dışarıya doğru bırakan bir balon misali daralırken gözbebeklerim titredi. Kendimi geriye doğru çektiğimde hala bir elim dürbünün bir elim ise Bera'nın kolunun üzerindeydi. "Yakın."

Ses tonum imkansızın kesildiği yerden oluk oluk kanayan bir mucizenin siluetiydi. "Sanki teninde hissedebilirmişsin gibi yakın."

Serzenişlere can bulduran bakışlarım, yüzümü Bera'ya çevirmeden önce çıplak gözlerimle manzarayı izlemeye devam ediyordu ve gezicilerin yaptığı albümlerden fırlayan manzara, bana gökyüzü ile olan bağını kanıtlamıştı. Köpüğe bulanan mavi kendini sıralı dağların arasına bırakmak istiyormuşçasına canlıydı. Burası öyle kusursuz bir görüntüye sahipti ki sanki şehrin üzerinde melekler için ayrılmış bir dans pisti vardı ve iyilik çalan parçanın sesini gittikçe daha da yükseltiyordu. "Uzak."

Gözkapaklarımı kapattığımda kirpiklerim tiyatro sahnelerinde kullanılan kırmızı perdeyi anımsatıyordu. "Şu hırçın deniz şaha kalksa mesela ayaklarımız dahi ıslanmayacakmış gibi uzak."

Bera, dürbüne yaklaştırdığı yüzünü, çok kısa süre içerisinde geri çekmiş, eski duruşunun tıpatıp aynısını var etmişti. "Domino taşlarına benziyorlar." dedi, ılımlı bir sesle. Beni kendi hakimiyeti altında aldığında bedenimi tam önünde tutuyordu. Sağ elimi elinin içerisine alıp kolumu ağır ağır havaya kaldırdı. Buradan bakıldığında, işaret parmağım ve onun güzelliğini dillendirmekten bıkmadığım, bıkmayacağım eli bize en yakın olan evin üzerinde duruyordu.

"Hissediyor musun?"

Nefesi, dudaklarımı kazıyan nefesin boynundaki kapaklı kolyenin içerisinde duran fotoğrafın aynısıydı. "Sanki parmağını birazcık ittirsem tüm şehri yerle bir edebilirmişsin gibi."

"Bana o gücü vermekten hiç çekinmezmişsin gibi."

Sessizlik -muhtemelen- aramızdaki çam ağaçlarının gölgesine saklanıp en tesirli oklarını bedenimize fırlattığından olmalı elim bir süre daha elinin içerisinde kalmayı seçti. Omuzlarımın dış kısmı onun göğsüne dokunuyordu. Aramızdan geçebilecek olan tek şey ikimizi birden -aynı anda- yok edebilecek ince bir histi. Çenesinin başımın üzerine yerleşmesini beklesem de öyle olmamıştı. Tam arkamda duran bedeni, kurşun geçirmez bir kalkanı, aşılmaz bir kaleyi andırıyordu.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin