27. BÖLÜM: "YAD"

1.7K 116 6
                                    







Bundan yedi hatta sekiz sene kadar önce, liseye geçiş dönemimin envai çeşit sancısı arasında izlediğim bir yabancı filmin başlangıç kısmında, ayrıntılı bir biçimde gösterilen beynimizin, Neokartes diye adlandırılan bir bölümü mevcuttu ve Neokartes'in beynimizin düşünme merkezi olmakla beraber görme, işitme, konuşma, yaratma, düşünme tarzı üst düzey zihinsel işlevlerini oluşturup yönettiği de duyuları kullanarak, insanı fonksiyonların yerine getirmesi için lazım olan en önemli datalar sıralamasında başı çeken algılarımızı birleştirip bir anlam çıkardığımız bu merkezde, o duyuların ayrı ayrı kaydedildiği bölümlerin bulunduğu da Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi konuya hakim bilimsel topluluklar tarafından onaylanmıştı.

Ayrıca sözünü ettiğimiz bölümlerin asıl adı da lobdu ki toplamda beş tane olan bu lobların arasından bir tanesi, ön yani frontal lob, benim ve benim gibi sürekli olarak düşünme odaklı olan insanların ana noktasıydı. Bilinsin, herkes ancak kendi ışığında parlardı. Zaten bu yüzden, içe dönük olmaktan çok, ruhsal bağlamda olması gerekenden daha ayrıntılı bir işleyişe sahip bir kişilik için önem sıralaması öne sürüldüğünde beyin sapından sonra muhakkak ki frontal lob gelirdi çünkü algılama kapasitemiz kadar neyi nasıl düşündüğümüz de açık bir önem arz etmekteydi.

Bir nefes.

İkinci paragrafımın son kelimelerimde kendini bayağı bir önem çıkaran, bizim ruhsal sağlık diye adlandırdığımız psikoloji aslında her daim var olan fakat doğa üstü yaratılışımızın mükemmelliğine karşın gerek bedensel gerekse ruhsal konularda hükmetmeyi bir türlü başaramadığımız bir denklemdi. Günlük hayatımızdan başlayarak aslında hiç çaktırmadan kaderimize yön veren doğrularımız ancak sağlam çalışan bir düşünce yapısından, koordinatları tam bir mantıktan geçerdi. Bu söylediğimi desteklemek amacıyla kendi hayatımı ele alacak olursam da, kader penceresinin ardına kadar açık olmasını görmezden gelip tenden tene dokunmayı başaran, ağlamamak için kısılan gözlere uçuk bir gülümsemeyi zorla da sokuşturan, uzun uzun, sanki her an bir vedaymış misali baktıran, köprücük kemiklerinin orta hattındaki boşluğa oturan bir umut elbette ki vardı. Kabul. Kabul, paramparça olmuş bir bardak kadar kırık bir umuttu fakat burası Dünya'dan başkası değildi.

O umut hiç olmayabilirdi.

Ama olmuştu.

Hem, her şeyden önce, asıl konu bizim ne hissettiğimiz değil, o hissi nasıl karşıladığımızdan geçmekteydi: Gecenin ortasında gökyüzüne bakarken maviyi mi yoksa yıldızların ihtişamını mı aradığımız çok önemliydi. Sonuçta insan, hep söylediğim gibi her şey olmalı fakat benim göz göre göre yaptığım hatalarımı yapıp kendi benlik saygısını da sağlıklı bir algı halkasını da kaybetmemeliydi.

Şah damarımı sıkıştıran, durgun, derin bir nefes.

Elimdeki yulaflı meyve karışımını, dökülmeyeceğinden emin olacağım bir şekilde hemen yanıma bırakırken bilgisayarın ekranına boş boş bakmalarım, hizasından fazlasıyla sapmış olan düşüncelerime dair haklılığımı bir kat daha körüklemişti. Ellerim kendi teni üzerinde bir yabancıya dokunurcasına gezindi. İzlemek için açtığım filmi, izlemi gibi yapıp, zihnimin en dip noktasına kadar dokunarak bir şeyler düşünüyor olmam, artık nerede ne yapacağımı kestirememedendi, kabul etmekten başka çarem kalmamıştı.

Acıdan çok çalkantılı zamanların tam ortasında olduğumdan bir yanım sürekli donuk, siyah beyazın korkulu kareleri arasında dolanan, bir atardamar kesiğinden feyz alarak kanatan, içerisinde yarım dakikadan fazla durulamayacak kadar kan kokan, titrek bakışlardaki o derin anlamla beslenen ve en önemlisi pişmanlık çığlıklarımdan zevk alan bir geçmişteydi.

HARABE (MAİN)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin