26. Bölüm: "Kavuşan Yürekler."

855 35 18
                                    




İyi okumalar...🌳


Çoğunlukla insanlar, karşılarındaki kişilere olan hislerinden rahatsız olmalarına rağmen daha da kapılmaya başlardı. Bu duygu, aşk ve saflıktan geçerdi.

Şu zamana kadar hiç aşık olmamıştım -ki öyle bir şey hissetmiş olduysam bile bunu fark etmedim. Fakat çevremdeki insalardan gördüğüm çok fazla şey vardı. Mesela ortaokul zamanlarında annem ve babamın ilişkisi mükemmel olduğu için bir an önce büyümek ve babam gibi biriyle evlenmek istemiştim. O dönemler lisedeki gibi ciddi ortamlar bulunmadığı için çorap değiştirir gibi sevgili değiştiren arkadaşlarım olmuştu. Fakat ne yazık ki aynı şeni abim içinde söyleyebilirim. O da bunu yapıyordu ve asla bizden çekinmiyordu. Bir keresinde canım arkadaşım(!) Ayaz ile takıldığım için işitmediğim laf kalmamıştı.

Ayaz, ortaokuldan çok yakın olmasa da iyi anlaştığım bir çocuktu. Onun da, tıpkı benim gibi pek arkadaşı yoktu. Bütün kızların kendi peşinden koşmasına rağmen onların sahte insanlar olduğunu vurgulayarak her seferinde arkadaş olmayı bile reddediyordu.

Düşünüyorumda, biz eskiden çok safmışız... Bilemiyorum, belkide ben hiç rastlamadım ama cidden büyüdüğümü hissettiğim zamanlar, -ortaokul zamanları- birbirlerine nefretle yaklaşan azıcık insan vardı. Yine özel okulda okumuştum ancak, lisedeki gibi havasından geçilmeyen, kendini bir şey zanneden insanlar yoktu. Tamam, sevgili konusunda pek konuşamam, fakat erkekler bunu bile beceremiyorlardı. Mesela çapkınlığı. Çok absürt kaçtığının farkındayım; ki o zamanlarda oldukça absürt bir kelimeydi. Bir kızdan ayrıldıktan sonra sırf sevgilim var demek için başka biriyle olan erkeğe bu sıfatı takıyorduk. Evet, farkındayım, çok utanıyorum.

Neden gecenin bir yarısı bunları düşünüp kendimi utandırdığımı anlayamıyordum. Uyuyamıyor, biriyle hiç durmadan konuşup içimi dökmek istiyordum. Kesinlikle çok sıkıcıydı. Normalde sıkıldığım anda açar kitap okurdum ama koca kitaplıkla okuyacak bir kitap bile kalmamıştı. Dün sonuncu kitabı bitirip ağlama komasına girmiş, artık okuyacak kitabım kalmadığı için üzülmüştüm. Bir yandan da rahatlamıştım tabii. Bir kaç ay önce bir müddet kitap okumamış, onlarca yeni kitap almıştım çünkü. Hâliyle, biriktiğinden dolayı bitirme rekabetine girmiştim.

Olgay mı, Arden mi, Çakır mı, Uraz mı, Kaan mı, yoksa Ömer mi? Peki ya ikizim?

Sıkıntıyla derin bir nefes verip ayağa kalktım. Odadan çıkarken adımlarım istemsizce Ömer abimin kapısına doğru ilerledi. İki gün önce, onu yüzüstü bırakıp gittiğimden beri konuşmamıştık. O tamamen dağılmıştı. Akşamları sofraya oturduğunda soluk bile almadan yemek yiyen Ömer abim, çatalına dâhi dokunamaz hâle gelmişti. Bunu ben başarmıştım. Hayır, kendimi suçlamıyorum fakat üzülmesinin nedeni söylediklerim, yıkık gidişimdi. İnkâr edemezdim.

Kapıyı tıklattım. Uyumadığını biliyordum.

Ses gelmedi.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde, sırtüstü yatağa uzanmış olduğunu gördüm. Bir kolu başının altında, diğeri karnındaydı. Pencereden yansıyan ay ışığı odayı aydınlatırken, yalnızca tavana bakıyordu. Kimin geldiğine bakmak için gözünü kapıya bile değdirmiyordu. Tekrardan derin bir nefes verdim, ardından kapıyı kapattım. "Ömer abi," diyerek yanına yürüdüğümde çoktan doğrulmuş, toparlanmaya çalışmıştı. Muhtumelen Kaan abimin geldiğini sanmıştı.

"Damla, ne oldu? İyi misin?"

"Asıl sen iyi misin?"

"Değilim,"

ERİK AĞACIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin