En sıkıcı, en yalnız sabahlardan birine; yağmurlu bir sabaha uyanmıştım bu sabah. Bir Ağustos sabahına. Kış öncesi son çırpınışlarıydı yazın artık. Ağustos yine de yazın çok sıcaklığı yoktu sabah rüzgârında. Tatlı bir esinti vardı ve yüzüme küçük küçük vuran damlaların serinliğinde kuş gibi hafiftim sabah yürüyüşümde.
Ellerim cebimde başımın içinde binbir düşünceyle yürümeyi seviyorum böyle zamanlarda. Islak toprak kokusu içimi huzurlaştırıyor, kalbime esenlik veriyordu. Yağmur caddeleri temizlerken, belki yürekleri de yıkadığının farkında değildi insan. Doğanın en güzel müziğini sunuyordu bize. En çok bana.
Bulutlar beyaza yakındı, İstanbul denizi daha koyuydu, ara ara gri mavi esintileri vardı. Sadece çimenlerin yeşilliği vardı ağaçlardan.
Yağmur, dünden beri lodosuyla esip yağdırdığı yetmemiş, hala damlalarını serpip duruyor yeryüzüne.Denizin gökle birleştiği bir ufuk çizgisi de yoktu izlediğim boğaz manzarasında.. Sisli grinin ortasında hayal meyal adaların silueti seçiliyordu.
Aptal bir hayalden ibaretti benim hayalim. Sevdiğim bir adamla İstanbul'u turlamayı, boğaz manzarasında el ele yürümeyi, martılar ile iç içe olmak... Onunla hayal etmiştim bir de. Aptal gibi de o gün İstanbul'a beraber gitmeyi teklif edecektim.
Yalnız yaşamaktan, evde yalnız olmaktan deli gibi korkan ben artık evde yalnız yaşamaya alışmıştım. Yalnız kalmaya. Yalnızlık artık benim dostum olmuştu. Artık bundan hiç mi hiç şikayetçi değildim.
Mesela yalnız başıma kahve içmeye, evde bir başıma yemek yemeye alışmıştım. Bir çatal, bir kaşık, bir bardak, tabak ile. İlk günlerde o tabağı fırlatıp atmıştım ağlaya ağlaya. Sonra karşıma bir tabak ve çatal kaşık bıçak koymuştum. Kendimi öyle avutmuştum. Sonra onu da fırlatmıştım. Yalnızlığımdandı hepsi. Sonra alışmıştım. Kalbim acıya acıya alışmıştım.
İlk başlarda ışığı açık uyurdum fakat korkumdan televizyonu açardım. Fakat gecenin derin suları olduğunda evdeki çıt sesinden bile korkarak yatağa korkudan siner, televizyonun ışığına ve sesine sığınırdım.
Korkudan ağladığım geceler olmuştu.
Yalnız banyo yapmaktan da deli gibi korkardım. Evde kimse olmadığında. Korkumdan telefondan son ses müzik açarak ve kapıyı açık bırakarak banyomu yapardım.
Zaman ilerledikçe önce müziği kapatmış, sonra da kapıyı.
Ve pek tabi konuşacak kimsem olmadığı için sessizleşmistim de. Bu en acısı olandı. Kiminle arkadaşlık kurmak istesem benden köşe bucak kaçmıştı. Başıma geleni biliyordu çünkü herkes. Kimse hiç kimse benimle konuşmak istemiyordu çünkü. Çalıştığım kütüphane de ki Ali amca bile artık beni işten kovmuş ve peşime takılan düşmanlardan dolayı ailesine zarar gelmesini istemediği için Bir daha gelme demişti. Sahip olduğum tek arkadaşımı da kaybetmiştim. Hayatta yapayalnızdım
Zaten çoğu zaten evde yalnızlıktan sinir krizi geçirmiştim. Bazen kendi kendime satranç oynadığım olmuştu. İki tarafla da oynayan bendim oynayacak kimse olmadığı için. Bilerek kırmızı renkli bir şah seçmiştim. Beyaz piyonla bilerek hile yaparak kazanmıştım. Beyaz piyonla kendini üstten gören kibirli şah'ı devirmiştim. Üstüne basıp, yere de fırlatmıştım. En sonda da kafayı yiyerek satranç tahtasını duvara fırlatarak parçalanmıştım. Tabi sonrasındaki gelen ağlama krizi. Ve pek tabi haykırışlarımı duyacak kimse olmadığı için ekstra ağlamıştım.
"Senin piyonun değilim ben!" diye haykırmıştım.
Sonrasında ise kendime yemek ve tatlı hazırlamış tek başıma film eşliğinde yiyerek filme yorum yaparak kendi kendine konuşmuştum. Maksat evin içinde ses olsun diye.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRMIZI DÜŞ
General FictionMesih Yıldıran. Namı değer Şah; Sınırsız ve Yıkılış şehrinin sahibi. Herkesin korkudan titrediği, Polis'in aleyhine tek bir delil bulamadığı illagal bir dünyanın Şah'ı olan bir adam düşünün. Aşkı kırmızının en tutkulu tonu. Saplantısı ölümüne bir s...