11. Bölüm

827 41 12
                                    








***

Normal, rutin bir sabaha alarmım ile uyandım. Perdenin altından sızan güneş ışığı, halıya yansırken etrafıma uyku mahmurluğuyla baktım.

Bugün, buraya geleli 2 ay olmuştu. Bugün, 24 Mayıs idi. Ankara kalesinden sonra onunla hiç karşılaşmamıştık. Bana bir daha oyun oynamamıştı. Ben de her ihtimale karşı dikkatli olmuştum. Yaz'ı, Mukaddes ablaya emanet etmiş, işim biter bitmez eve gelmiştim. Acil bir işim olmadığı takdirde, hep Yaz'ın yanında olmuştum. Yaz artık buraya alışmıştı. Arkadaşlarına, okuluna alışmış burayı sevmişti. Bense, işime almışmış, düzenime alışmıştım.

Kalktım. Banyoya girdim. Pijamalarımı çıkarıp, kendimi duşa attım.

Artık havalar güzeldi. Kısa kollu giyilebiliyordu. Ama bazen serin olabiliyordu. Sonunda, yaz gelmiş sayılırdı.

Yaklaşık bir aydır, onu her caddede, sokakta görme ihtimalinden korkarak yaşıyordum. Bir yere giderken, istemsizce dizlerim titriyordu. Korkuyordum! Ama aynı zamanda merak da ediyordum. Hâlâ kim olduğunu çözememiştim! Naz'a ya da Dilek'e bu durumu anlatamamıştım! Kaç kez söylemeye hazırlanırken, dilim el vermemişti.

29 Mayıs'a çok az kalmıştı.

Ve ay olarak tam dokuz sene oluyordu.

Uykularımdan ağlayarak uyandıran, beni bambaşka bir insana dönüştüren bu acının üzerinden seneler geçmişti. Ama acı, aynı acıydı. Hâlâ canımı yakıyordu.

Tam, dokuz sene sonra aynı şehirdeydik. Üstelik artık sadece iki kişi de değildik. Aramızda kaçınılmaz, kuvvetli bir bağ vardı. Onun yıllar önce kabul etmediği bu bağ; Yaz idi.

Her sene, 28 Mayıs'ı, 29 Mayıs'a bağlayan gece dışarı çıkar bir kulüpte ya da bir parkta deliler gibi içerdim. Sonra New York'un sokaklarında dolaşır, hıçkırarak ağlardım. Sabaha karşı evime gelir, kızımın saçlarını okşardım. Uyurken bile babasına benzeyen kızımın, baş ucunda sessiz sessiz ağlardım.

Bu sene; yaptıklarından pişman olmayan adamın şehrinde, acımı yaşayacaktım. Belki deliler gibi içerken, kendimi bir Ulus sokağında ya da bir Kale merdiveninde bulacak sonra o kapkara gözlerle karşılaşacaktım. Kapkara gözler; kinle, alayla bakacaktı belki bana. Ben, ne kadar inkar etsem de, o kapkara gözlerden korkacaktım belki de...

Zamanında istemediğini yüzüme çarpıp, beni kapıya atmıştı. Ben, çaresizce o kapkara gözlere son kez bakmış bir umut dilenmiştim. Kapkara gözler ise; nefretle bakmıştı bana. Ela gözlerim alışkın değildi. Alışmıştı tabi, kapkara gözlerin ona aşkla, şefkatle, sevgiyle bakmasına... Darbe yemişti bu gözlerden. O son umutun bir fayda etmeyeceğini anlayan gözlerim, yaşlara bürünmüştü. Geriye kalan ise kulaklarımın duyduğu o kapı sesiydi. Yere çakılmıştım. Göklerde uçan ayaklarım, yere çakılmıştı. Sonra korkmuştum o gözlerden. Dedikleri karşısında korkmuştum. O artık benim tanıdığım Kahraman Prens değildi, anlamıştım. Ve dokuz sene 29 Mayıs'da dediği hiçbir şeyi aklımdan silememiştim. Her hatırladığımda korkmuştum. Çok ağır sözlerdi. İşitmemem gereken, hak etmediğim sözlerdi. Üstelik bu cümleleri hak etmememi geçtim, bunları söyleyenin Kahraman Prens olması çok canımı yakmıştı.

Duştan çıktım. Dişlerimi fırçaladım. Üzerime beyaz kısa kollu bir tişört giydim. Altına kot pantolon giydim. Saçlarımı tarayıp, topuz yaptım. Hafif bir makyaj ile yüzüme renk verdim.

"Anne, ben hazırım. Servisim gelir. Aşağı iniyorum." Yaz, odama gelmiş elindeki okul çantasıyla duruyordu.

"Tamam. İyi dersler, annecim. Bugün sınavın vardı değil mi?" Diye sordum. Sınav haftasıydı.

Elanın  KaranlığıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin