Yaşlıydım. Sadece dış görünüş olarak değil, ruhum da yaşlanmaya meyletmişti. Düşüncelerim de bilhassa.
Kalbim, yaşlı kalbim artık sadece bedenime değil; bu koca eve, bu kocaman şehre bile sığmıyor. Hani derler ya: İnsanı yaşı değil yaşadıkları olgunlaştırır, yaşlandırır diye. Gerçekten öyle midir? Peki yaşadıkları ile birlikte, yaşı da ilerlemiş birisi için bu sorunun cevabı ne olmalı? Ölüm mü?
Mutfağa doğru yavaş adımlarla ilerledim. Buruş buruş, her ilerleyişinde daha hızlı titreyen ellerimle, bir cezvenin içini su ile doldurdum. Sadece kendime yapmıyordum çünkü. Beni yapayalnız bırakan tüm insanlara yapıyordum. Sanki, çakırkeyif kafalarla eğlenmeye devam ederken, her saçma nedene içkilerimizi tokuşturup, kahkaha atarak gülüyormuş, gülecekmiş gibi tokuşturup kahvelerimizi; dertlerime, yalnızlığıma, kahkaha atar gibi ağlayacağız.
Yalnızlığıma, terkedilmişliğime ağlayamıyorum bile. Gittikçe hissizleşiyorum. Kahveleri, her bir bardağa dikkatlice doldurup, kendime ait olan bardağı alıverdim elime. Sıcaklığı, önce elimi, sonra hafif bir ürperti ile tüm bedenimi ısıtmaya başladı. Ufak bir fincan bile bedenimi kolayca ısıtabiliyormuş meğer.
Sandalyemi iyice pencerenin önüne çektim ve yavaşça oturdum. Pencereyi ardına kadar açtım. Hava, hızla içeri doldu. Hafif bir soğukluk, burnumdan içerime doğru, alelacele indi. Hiç durmadan tekrar, tekrar ve her soluklanmamda bir kere daha.
Yoldan geçen insanların telaşını, bazılarının rahatlığını, üzüntülerini, sevinçlerini izliyordum. Herkes, her bir insan nasıl birbirinden bu denli farklı olabiliyor? Hele ben...
Saatlerce izledim dışarıyı.
Bekledim.
Ölümün beni almasını, ölmeyi bekledim.
Gelmedi.
Olsun, bir dahaki sefere artık.
Başka bir kahveye.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kelebek Taneleri
PuisiHer hikâyenin, her romanın bir yalnız, hüzünlü ve mutsuz başrol oyuncusu vardır. Karanlık odalarda benliğiyle savaşırken, gözyaşları süzülür tane tane, yanaklarından çene kıvrımına doğru. Bir kelebek girer o karanlık odaya. Bembeyaz bir kelebek...