'' Seni özleyen yerlerim acıyor. Sana aşık olan yerlerim acıyor. Kalbım acıyor.''
Yarın babamın balık restoranının açılışı var! Her şey tamam. Annemle babam bu zorlu uğraştan sonra çok güzel bir ortam elde ettiler. Duvarlarında bizim yaylaların posterleri, sandalyeler eskileri hatırlatıyor... Balık ızgaraları, tüten soba, közde pişen çay, dilim dilim limonlar... Her şeyi düşünmüşler. Çok sıcak bir ortam oluşmuş.
Babam açılıştan bir gün önce en yakın arkadaşının ailesi ile yemek yemek istedi restoranda. Evet; Buğra'lardan bahsediyordu.
Okul çıkışı şoför almaya geldi Buğra'yla beni, direk restorana geçtik. Buğra'nın ayağı hala alçıdaydı tabi... İyileşmesi bir ay sürer dedi doktor. Masayı hazırlarken Feryal hanım ve Kasım amca da geldiler. Hemen masaya oturduk.
Babamla Kasım amcanın sevinci gözlerinden belliydi. Her şey babamın istediği gibi ilerliyordu ve bu benim çok hoşuma gidiyor! Nihayet ailemi gerçekten gülerken görüyorum. Acı ve keder arkada kaldı... Artık tam ve mutlu bir aileyiz.
Feryal hanım ilk başlarda biraz mesafeli davranıyordu anneme. Birinci neden yanlış anlaşılmaydı tabii. Ve diğer neden de yetiştikleri ortam. Feryal hanımı tanıyoruz artık! Bulunduğu ortama, giydiği kıyafete konuştuğu insanlara çok dikkat eden ve özenle seçen birisi. Sosyetenin içinde büyüyen, sadece o ortamlardan zevk alıp sadece kendisine benzeye insanlarla tanışmış.
Annemle alakalı ne düşünüyor bilmem. Ama anlıyorsunuz ki annemle Feryal hanım çok ayrı dünyaların insanları... Bir araya gelmeleri bile saçma gelebilir bazılarına.
Babamın pişmiş levrekleri servis etmesiyle yemeğe başlandı. İlk başlarda kimse konuşmadı... Sonra babam bir konu attı ortaya ve herkes fikrini söyleyerek konuşmaya dâhil oldu.
Ben ise sessizliğimi hep korudum...
Neden? Çünkü levrek vardı masada...
Boğazından hiç geçmedi desem? Levrek Yusuf'un en sevdiği balık türü. Doğum günü geldiğinde babası mutlaka levrek tutup getirirdi, annesi de oğlu seviyor diye pişirirdi. Tam da mevsiminde doğmuş! Her sene beni de çağırırdı sofralarına. Benimle yemek isterdi; beraber olmak... Her şeyi beraber yapmak ve her zaman beraber olmak isterdi.
Yusuf da olsaydı şu masada...
Karşımda otursa ve kömür karası gözlerini üzerimden hiç çekmese...
Balığını parmaklarıyla didikledikten sonra yağlı elleriyle burnuma değse...
Kılçığını alıp ''lades tutuşalım mı?'' diye sorduktan sonra ölçmek için çöpünü verince oyun başlamadan bitse, o kazansa...
Sonra sevincinden kollarını kaldırıp o hep ağzına dolanan şarkıya girse: ''Ella Ella metsz Ella, Entu kağe viyella, Entu kağin ağhçkenin yar, A'sti kağsiyuz yalla'' (Allah Allah büyük Allah, Şu karşıki köy kalksa, Karşı köyün kızları, Beriki köye yallah )
Hatta bir anda yanıma gelip benide kaldırsa beraber horon tepsek...
Aynı eski günlerdeki gibi... Özlemedim desem yalan olur. Hayatımın renkli zamanlarıydı. Yani ben öyle tanımlıyorum. Mesela hayatımı bir film şeridi gibi düşünelim. Yusuf'la olduğum sahneler hep renkli çekiliyor. Yusuf'tan sonra renkler soluyor... Sonra babam da gidince o renkler daha da çok soluyor ve siyah beyaz bir hale geliyor. Babama kavuştuk çok şükür. Biliyorduk ; Beklemeler boşuna değildi. Sabrımızın sonu selametle sonlandı. Şimdi sıra Yusuf'da... Her şey teker teker yoluna girmeye başladı. Sıradaki kavuşma Karagözlü Yusuf ve Akçaabat'ın babayiğit güneşi Eylül'e gelsin.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Eylül sabahı
Roman d'amourBir Eylül sabahı; ''Çünkü herkesin siyah bir denizi vardır...'' Karanlık bir cukurda yapayalnız kalmış gibi hissettiğim günler oldu. Denizin mavisi bulanıp siyaha döndüğü günler de, gökyüzünde tutunacağım hic bir yıldızın olmadığı zamanlar da oldu...