1

949 115 7
                                    


ARSEL

Huzursuzlukla gözlerimi açtığımda azda olsa gün ışığı içeri sızıyor, taş duvarlı odayı aydınlatıyordu. Gün ışığını sevmiyordum, tıpkı insan kokusunuda sevmediğim gibi. İnsanlara has bu koku beni öldürüyordu yada kendimi böyle avutuyordum. Başımı tutarak yataktan doğruldum. Kademalar rüya görmemesine rağmen Miren'le düellolarımız çoğu zaman uykuda bile devam ediyor ve bu karşılaşmaların sonucunda yorgun ve berbat bir baş ağrısıyla güne uyanıyordum.

Yanımdaki genç kadın uyandığımı görünce esneyerek kenara düşen çarşafı çıplak bedeninin üstüne örttü. Çok yakışıklı olduğumu düşündüğünü belli edercesine kıkırdıyordu. Ardından cilveyle dolaşan elleri yüzümde gezinmeye başlamıştı. İnsanları anlayamıyordum hemde hiç. Zihninde dönüp duran düşüncenin teslimiyeti beni şaşırtıyordu. Çıplak omuzlarına kondurduğum öpücüklerle yavaşca kıvrılan beline doğru indim, gözüme gece ısırdığım boynundaki diş izleri çarpınca, yapmakta olduğum şeyden vazgeçtim artık onu istemiyordum. Farkedince doğruldum ve yanından ayrıldım. Hayal kırıklığıyla ardımdan bakarken zihnine artık gitmesi gerektiği emrini verip kapıyı örttüm.

Yerin onlarca metre altındaki bu taş tapınak benim mabedimdi hemde yüzlerce yıldır. Kısa bir duşun ardından hiç aydınlık girmeyen kendi odama girdim. Buraya şimdiye dek hiç insan girmemişti, hiç gün ışığınında girmediği gibi. Karanlık beni rahatsız etmiyor aksine bir zırh gibi etrafımı sarıyordu. Bu şekilde kendimi daha güçlü ve huzurlu hissediyordum. Keskin görüşüm sayesinde karanlık olması hiç bir rahatsızlık vermiyordu.

Penceresi olmayan, eşyaların olduça sade ve  yüzlerce yıllığa dayandığı bu oda benim bu dünyada belkide en rahat hissettiğim tek yerdi. Elimi yatağımın yanındaki ahşap komodine uzatıp ağzına kadar dolu kadehteki kandan bir yudum tattım. Tazeydi, tıpkı her sabah olduğu gibi. Tapınaktaki bakireler her sabah kanlarını bu kadehe akıtır ve birgün sıranın onlara gelmesini umut ederlerdi. Kademalardan normal insanların çocuk sahibi olamayacaklarını bilmeden çoğu benim kanımı taşıyan bir çocuklarının olmasını umut ediyorlardı. Bu ise acınası ve traji komikti benim için.

Tuzlu kanın tadına vara vara kadehi bitirip tekrar komodinin üzerine koydum. Yer yüzüne çıkmayalı aylar olmuştu. Üzerimdeki siyah pelerini çıkarıp özenle yatağımın kenarına bıraktım. Siyah dışında hiç bir renk giymiyor hatta tüm renklerden nefret ediyordum.

Acele etmeyen tavırlarla kapıyı açtım uzun ve soğuk, dar koridoru adımlamaya başladım. Burası fazla güneş almadığı için meşalelerle aydınlatılıyordu. Kendi ayak seslerim ve partnerim olan gölgem eşliğinde koridoru geçtim. Valisia ile kısa bir göz temasının ardından alt kattaki büyük yemek odasına geçtim. Devasa avizelerle aydınlatılan odanın ortasında yirmi kişilik büyük bir masa duruyor etrafını ise altın kaplamalı şık ve otantik sandalyeler çevreliyordu. Peşimden gelen Valisia içinden duygusuz piç diyerek geçirdi. Onu duyacağımı bile bile yapması olaya ilginç bir derinlik katmasına rağmen herhangi bir karşılık vermedim. Gerekmedikçe konuşmaz, gülmez ve ikili diyaloglara girmezdim. Karşımdaki kardeşim olsa dahi.

Tapınağın yeryüzüne yakın olan katını kullanmıyorduk çünkü yasaklamıştım, fazla güneş alıyor ve içeri insan sesleri doluyordu. Onun aşağısındaki katta bize ait kişisel odalarımız, onun altında ise büyük salon ve kütüphane bulunuyordu. Bundan sonraki kat tapınak görevlileri ve hizmetçilerin, en alt katsa zindandı. Bir saray olmamasına rağmen burayı seviyordum. Kendimi bildim bileli ait olduğum tek yerdi burası.

MUTANT PRENS #wattys2017Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin