bölüm otuz dört

368 29 2
                                    

“sevgili günlük,
Seninle yine başladığımız noktaya döndük: sen, atım ve ben. Yanlış anlama arkadaşlarım –düzeltiyorum gurur duyduğum arkadaşlarım- halen yanımdalar ama ben onlardan bazı şeyleri maalesef gizlemek zorundayım. Gerçi diğer taraftan bakınca da gizlediğim şeyleri en azından krala anlatabildim. Gerçi benim ‘kuzey kıskacı’ planımı öğrendiğinde yüzünde oluşan tepkiyi görmek isterdim ancak böyle bir şey şimdilik mümkün değil sanırım. Her neyse, evet babama kuzey kıskacı planımı anlattım bunu anlatırken de onun güney kıskacı planını bildiğimi söyledim umarım gerçekten böyle bir plan vardır yoksa işler bizim açımızdan çok kötüleşir. Hala Nira imparatorunun nasıl olup da ordusunu bu kadar geniş bir alanda –ki nerden baksan dört bin kilometrelik bir yol- dağıtmaya cesaret ettiğini anlamadım. Buradan yola çıkarak da adamın tek düşüncesinin bizi zayıflatmak olduğuna karar verdim. –hadi ben bunu babama söylemeyi unuttum zira bu doğruysa- Darius iti askerlerini bizim topraklarımıza hiç göndermemiş demektir…”
“kediiillll” Üykül alenen gürlemişti ve bu gürleme ne sürgündeki ruhun çığlığına ne de gök gri kurdun çığlığına benziyordu: bu gürlemenin yanında onlarınki bülbül sesi gibi kalıyordu. Yatağında bir bin güçlükle ancak uyuyabilmiş olan Kedil çığlık sebebiyle önce ölümle yüzleşti sonra kasılarak yere düştü ve koşar adımlarla üst güverteye çıktı. Kedil Üykül’ü volta atarken bulmuştu,
“hemen bir mektup yazıyorsun, direk krala…” ve yazdırmaya başlamıştı,
“saygı değer kralım,
Bir önceki mektubumda sizi yanlış yönlendirmiş olabileceğimi fark ettim. Her ne kadar daha önce vermiş olduğum bilgiler kısmen teyit edilebilir bilgiler olsa da; Darius bizleri hiç kurmadığı bir plana karşı plan kurmaya zorluyor olabilir. Bu yüzden tüm tedbirlerinizi en yüksek düzeyde gizlemenizi arz ederim.
Saygılarımla.”
Üykül böyle bir şeyi nasıl gözden kaçırabildiğini düşününce alenen delirecek gibi hissediyordu. Oysa Darius’un uygulaması muhtemel taktik çok basit bir şekilde uyguladığı bir taktikti. O kadar basitti ki birkaç saat önce Ritka’ya uygulamış ve gayet başarılı olmuştu: Ritka, Üykül’ün bir hinlik peşinde olduğu izlenimine kapılmıştı bu izlenim onun hata yapmasına sebep olmuştu. Aynısını pek tabi Darius da yapıyor olabilirdi, bu yüzden de henüz uyku mahmurluğunu atamamış olan gençleri bir enerji dalgası yollayarak uyandırdı. Bu uyuşukluklarını Üykül’le yaptıkları saatler; hatta günler süren çalışmalara yorarak talimatlarını hızlıca verdi,
“gençler, ben ve Kedil direk gemi ile limana yanaşacağız sizleri ise limandan uzak bir yere uçuracağım. –“
“güçleri-“
“sözümü kesme bir daha Niran; Nisrem’de durumların ne olduğunu bilmiyoruz, daha doğrusu Dairus’un buradaki faaliyetlerinin derinliğini bilmiyoruz. Bu yüzden ikiye ayrılacağız, Bey kimdir, kimin tarafındadır bilmiyoruz. Bundan dolayı sizler direk dağlara gideceksiniz biz de beylik ne durumda onu göreceğiz. Gemiyi hızlandırıyorum… ”
Bunun ardında da gemiyi hızlandırmaya başladı. Üykül hariç herkes, geminin ivmelenmesinden etkilenmişti. Diğerleri bilmese de aslında birkaç günden bu yana hep Nisrem kıyılarına gayet yakın geziyorlardı. Bu yüzden de hızlanmaları ile berabar en fazla bir saat sonra Nisrem’e ulaşacaklardı. Üykül bu süre zarfında sinsi enerjisini kullanarak Ritka, Niran ve Ennab’ı çıkartabileceği bir yer aramaya başladı. Aklında gençleri dağ eteklerinde bir yerlere çıkartmak vardı ama Nisrem Miriz gibi değildi: dağ etekleri limana neredeyse iki günlük mesafedeydi… şu anda avantaj olarak gördüğü tek durum insanların Nisrem merkezde veya civar kasaba ve köylerde olmalarıydı. Bir de istisna olarak Niran’ın akrabaları vardı ki Niran’ın iddiasına göre hepsi dağlarda yaşamaktaydı. Bu durumda gençleri dağın ortalarında bir yerlere bırakmanın uygun olacağını düşündü Üykül,
“Niran”
“Prens hazretleri”
“şurayı görüyor musun –Üykül parmağı ile dağın birinin orta kısmını işaret ediyordu- tam tam parmağımın ucuna bak”
“Üy- Prens hazretleri sanırım enerji kullanarak bakıyor bak şu anda Nisrem kıyılarını bile göremiyorum…”
“peki o zaman – Üykül, artık yavaş yavaş geliştirmeye başladığı metodu kullanarak Niran’ın beynine parmağı ile işaret ettiği yerin imgesini gösterdi- tam olarak oraya götüreceksin arkadaşları”
“efendim –“ Üykül Niran’ın yüzünde oluşan dehşet ifadesini görmüştü ve buna şaşırmamıştı, nereden bakılsa iki günlük yolu Rün kullanarak başkalarıyla beraber gitmek gerçekten zorlayıcı bir iş olacaktı ve Üykül bunun gayet farkındaydı,
“ne oldu Niran hanım, derslerimizde arkadaşlarınızı düşmanlardan; arkadaşlarınızı bir biribinizden; arkadaşlarınızı kendi saldırılarınızdan kolaylıkla koruyabiliyordunuz: peki arkadaşlarınızı kendi yardımınızdan koruyamacagınızdan mı çekiniyorsunuz?”
-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-
Niran Üykül’ün söylediklerini duyunca beyninden vurulmuşa dönmüştü: insanların Druidlerden korkamalarının sebeplerinden bir tanesi elbette onların sahip oldukları kapasiteleriydi, ancak onları daha tehlikeli kılan şeylerden bir tanesi de bu gibi birkaç gün sürecek yolculukların rünler kullanılarak daha kısa sürede yapabilmeleriydi. Burada Niran’ı dehşete düşüren kısım şuydu: bir druidin kendisinden başka birilerini bu kadar uzak mesafelere taşıması genel olarak taşıdığı kişilere zarar verirdi. Tıpkı koruma rünlerinin gemiye zarar vermesi gibi. Niran kendisini birkaç yüz kilometre öteye taşıyabilirdi; yanında bir başka druid olsa onu da zorlanarak birkaç yüz kilometre öteye taşıyabilirdi. Druid olmayan birisini birkaç yüz kilometreye taşımak kesinlikle delilik olabilirdi.
Yine de Niran, Üykül’ün ne yapmak istediğini anlamıştı. Gemi seyahatleri boyunca Üykül tüm gençlerin dential kapasitelerini geliştirebilmek adına onları dentialarındaki enerjilerinin son demine kadar zorlamıştı. Ama bu Niran için geçerli değildi: Druidlerin enerjileri diğer insanlara göre hem daha yavaş azalırdı hem de daha kolay geri toplanırdı. Yani Üykül ne kadar uğraşmış olursa olsun gruptaki diğerleri kadar Niran’ı zorlayamamıştı. Şu ana kadar zorlayamamıştı… Ayrıca Üykül’ün rün ilmini biliyor olması da Niran’ın aklını kurcalıyordu: Druidler körü körüne Rün kullanarak ya da mevcut enerjileri ile rünleri güçlendirerek veya efsunlar kullanarak hareket etmezlerdi. Druidliğin temelinde düşünmek vardı. Yaptığın şeylerin sonuçlarını düşünmek, olası yan etkilerini düşünmek ve buna göre hareket etmek gerekirdi.
Mesela babaannesinin Üykül ve Ritka’yı öldürmek için yapmış olduğu efsunlar alenen düşünülmeden verilmiş tepkilerdi zira ninesi bu efsunları yaparken kendisini ve Niran’ı korumak için ayrıca bir efsun veya rün yapmamıştı ama eğer yaptığı saldırılar başarılı olmuş olsaydı dentiadaki enerjinin dentia ve vücuda zarar vermesi bir enerji patlamasına sebep olacaktı. Tabi ki bu patlama enerji sahibinin, sahip olduğu miktara göre değişkenlik gösterecekti. Bu yüzden aslında druidler yaptıkları her saldırıya bir de koruma rünü veya efsunu eklerlerdi. Bu gibi taşıma koruma ve benzeri rünlerde ise Üykül’ün dediği gibi “rün, üzerine işlendiği şeyden daha güçlü olursa zarar verir” durumu ortaya çıkıyordu….
“kafama tüküreyim… boşuna düşündüm bunca zamandır…”
“bana mı dediniz Niran Hanım?”
“aslında sesli düşünüyordum… Bunca zaman aklımda gemiyi yaptığın rünlere karşı nasıl koruduğun sorusu takılıyordu ama aklımdan ufacık bir şey uçmuş gitmiş: sen rün yaparken hagu kullanıyorsun ve benim de arkadaşlarımı taşırken ihtiyacım olan tek şey bu –“
“o zaman hak etmen lazım Niran –“ bu cümleden sonra Niran çileden çıkmıştı ve yaptığı ilk şey Kedil, Ennab ve Ritka’yı alt güverteye fırlatmak oldu: bundan sonrasını onlar görmese de olurdu. Her ne kadar druidlerin tüm saldırı ve savunmalarında öncelikle düşünmeleri gerekiyor olsa da druidler de çok fazla bildiklerinin dışına çıkmayı düşünen insanlar değillerdi. Bu Niran gibi meraklı bir kişilik için pek de geçerli olan bir şey değildi. Eliyle havada bir takım semboller çizmeye başladı ve her hareketinde elini birkaç santim takip ederek birkaç saniye sonra kaybolan ipeğimsi bir mavilik takip ediyordu. İki saniyeden kısa sürede havaya çizdiği şekiller tamamlandığında ortalığa ilk önce leş kokukusunu bile gül kokusu gibi bırakacak iğrençlikte bir koku kapladı, sonrasında ise seri şekilde gelen birkaç farklı patlama: Niran kendisiyle gurur duymadan edememişti.
Her ne kadar bu leşten daha leş kokunun sebebi iblis nefesi olsa da bu lanetin asıl amacı düşmanın burun direğini kırarak onu etkisiz hale getirmek elbette değildi. İblis nefesi asıl itibariyle insanın en derinlerde gizlediği korkuyu tetikleme özelliğine sahipti. Buna zebabani ateşi efsunu eklenince koku ve ateş tepkimeye girerek zebani ateşinden daha kavurucu ve daha güçlü bir patlamaya sebep oluyordu –kimse bu ikisini bir arada kullanmamıştı veya Niran kullanan kimseye denk gelmemişti- bir de bu alev patlamasına su eklenince patlamanın gücü en az iki kat artıyordu. Hem yakıcılık olarak hem de patlama gücü olarak; tabi Niran bununla da yetinmeyip buharlaşan suyun –tıpkı yağmur bulutlarında olduğu gibi- yıldırım ve şimşekleri iletmesini kullanmıştı: gökyüzünde toplanan bulutlardaki şimşekleri patlamanın merkezine yönlendirmişti. Kısaca bu patlama zinciri hem çok sıcak hem çok güçlü hem çok kavurucu hem de çok havasızdı: hava o kadar seyreliyor ve buhar o kadar yakıcı oluyordu ki düşman nefes alamıyordu… kısaca düşmanı bu saldırı ile ya alevlerde yanarak; ya su patlamasında kavrularak; ya şimşeklerde kızararak ya da nefessiz kalarak kesinlikle ölürdü.
İşin daha ağır kısmı ise Niran’ın bu sefer tüm gücünü –elinden geldiği kadar- tüm şiddeti ve dehşeti ile kullanmış olmasıydı. Niran’ın asıl güvendiği şey de buydu: normalde insanlar kullandıkları enerjilerini doğanın kendisinden meditasyon yoluyla –genel olarak- alırlardı. Ancak insanların bilmedikleri şöyle bir durum vardı, denizlerdeki enerji akışı karadakinden çok daha fazla ve hızlıydı. Yani Üykül onu güçsüz bulamayacaktı. Tabi yanlış düşündüğünü anlaması birkaç dakikasını almıştı,
“nerede hata yaptınız Niran Hanım?”
“ne oluyor?” Niran kendisini tükeniyor gibi hissediyordu alenen,
“herşey çok güzeldi gerçekten yeteneklerini ve gücünü bu şekilde kullanman beni o kadar mutlu etti ki az daha ağlayacaktım. Ama nerede hata yaptın?”
“ben – ben bil- bilmiyorum” Niran kendisini bayılacak gibi hissediyordu artık dudakları kurumuş soğuk soğuk terlemeye başlamıştı ve gözleri kararmıştı,
“hayır –hayır sakın bayılma diren; karşı koy Niran Hanım: nefesini düzenle; o içindeki mücadeleye odaklan ve bir tek soruya cevap ver, nerede hata yaptın?”
Niran nefes aldıkça başı daha fazla dönüyordu geminin sallantısı da bu duruma tuz biber ekiyordu. Artık dizlerinde dermanın kalmadığını yavaştan hissetmeye başlamıştı; gözlerinin tamamen kararak görme yeteneğinin kapandığını ise hatırlamıyordu. ‘nerede hata yaptın’ sözü aklında çınlanıp dururken hatasını fark etti ve kendinden geçerek bayıldı…
-*-*-*-*-*-*-*-*-*
Kedil yukarıda neler döndüğünü tam olarak anlayamasa da Niran’ın güçlerini alenen hafife almış olduğunu kesinlikle anlamıştı: bir sebepten ötürü aralarında bir mücadele başlamıştı ve bu mücadele sırasında Niran’ın yaptığı saldırılar Üykül’ün koruma rününü –daha doğrusu rünlerini- yer yer parçalamıştı. Birkaç saniyeliğine de olsa gemi –sarsıntıların etkisiyle- yan taraflarından su almıştı. Kendilerini ‘havaya bir rün çizmeden’ alt güverteye fırlatmış olması zaten bildiği kadarıyla ayrı bir yetenek ve güçtü. Daha sonra alenen yanık kokusu gelmişti, bu da demek oluyordu ki Niran ayrıca gemiyi de yer yer yakmayı başarmıştı.
Tabi bir de ayrıca sinir olduğu bir şey vardı: Ennab. Ne alt güverteye fırlatıldığında şaşırmıştı, ne gemi su aldığında ne de yanık kokusu gelmeye başladığında. Hatta kendisine Üykül’ün özel olarak tasarlayarak verdiği çift kılıçla havaya bir koruma rünü çizerek tedbir amaçlı olarak üçünü de korumaya almıştı. Bu kızın ‘yakın mesefa savunma temelli enerji salınımlarının Druid rünleri ile birleştirilmesi’ konusunda kendisini ne ara geliştirdiğini anlamamıştı. Daha akademilerin bile bu kadar başarılı olmaması gerekiyordu,
“ennab”
“efendim kedil”
“Niran’ın gücü bizim anlayabildiğimizden öte değil mi?”
“benim anlayabildiğimden de öte Kedil neden sordun ki?”
“sen bizden ne kadar güçlüsün peki?”
“yuh Ennab bizden daha mı güçlü?”
“bunca zaman farkedemedin mi Ritka?”
“teknik olarak ben sizden güçlü değilim Kedil, ama taktik olarak güçlüyüm evet. Tabi bir de sebebini sormazsanız sevinirim ben de bilmiyorum” demişti yüzünde mahcup bir gülümsemeyle. Buradan da Kedil’in anladığı tek şey bu konuyu Üykül’le konuştuğu ama onun da her hangi bir şekilde yardımcı olamadığı olmuştu. Bu gençler gerçekten durdurulamazdı ve daha da önemlisi sürprizlerinin her hangi bir sınırı yoktu: daha dün akademiye ilk geldiklerinde onları kendisinin dört senede geldiği seviyeye bu kadar kısa sürede geldikleri için sinirlenmiş kıskanmış ve gıpta etmiş olmasına şu anda nasıl tepki vereceğini bilemiyordu. Ritka’nın yüzüne baktığında ise alenen korku ve endişe görmüştü, sebebini az çok tahmin ediyordu: artık boynuz kulağı geçmişti…
Neyse ki daha fazla saldırı veya sallantı gibi şeyler olmamıştı. Bu yüzden de cesaretini toplayarak yukarıya doğru yürümeye başlamıştı. Bölme kapısını hafif aralayıp dışarıya baktığında gördüğü tek şey koca bir boşluk olmuştu ve bu yüzden de kapağı sonuna kadar açarak etrafa iyice bakmıştı. Üykül veya Niran ortalıkta yoktu. Buna inanamıyor olsa bile aralarındaki mücadelenin birisinden birinin sonu olduğu düşüncesiyle kalbinde bir kasvet hissetti,
“gençler bir sorunumuz var: Niran ve Üykül yok”
“meraklanma Üykül Niran’ı kamarasına götürdü”
“kimin kamarasına götürdü Ritka?”
“efendim?”
“diyor ki Üykül Niran’ı Niran’ın kamarasına götürmüş değil mi Ritka?”
“noldu ben anlamadım ya ben de öyle dedim işte…”
Hızlı adımlarla Niran’ın kamarasına doğru yürümeye başladılar. Gemide kendilerinden başka kimse olmadığı için üst güvertedeki kamaraları kullanıyordu hepsi, Niran’ın kamarasının önüne geldiklerinde ise kendilerini bir sürpriz bekliyordu: tam kedil kapıyı açmak üzere elini uzattığında Ritka Kedil’in eline yapışarak kızları kapının önünden diğer tarafa doğru fırlattı, hem de alenen üstlerine atlayarak ama Ritka’nın kendisi bu kadar şanslı değildi…
-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
Kahin, elindeki şişeye tekrar içli içli baktı: içse de sarhoş olamayacağı; sevişse de zevk alamayacağı yese de tat alamayacağı halde amaçsız olarak bütün dünya zevklerini tatma gayretine bir kez daha hayran olmuştu. Lanetlendiği günden bu yana ne kadar zaman geçtiğini artık bilmiyordu zira hiçbir şeyden zevk almadığı gibi artık zamanın da kendisi üzerinde çok bir hükmü yoktu: günler, geceler, haftalar, aylar her neyse; hepsi kendisi için ne olduğunu hissetmekten uzak olduğu terimlerden başka bir şey değildi. Tıpkı Darius’un kendisine ‘yüce’ denmesine rağmen aşağılık bir mahluk olması gibi. Ama yine de bu adamın tutarsızlığına, haysiyetsizliğine ve şerefsizliğine ve en önemlisi hırslarına ve buna bağlı pervasızlığına ihtiyacı vardı aksi taktirde hatırlamadığı zamanlardan bu yana peşinden koştuğu intikamını alamayacaktı.
“ne oldu kahin” Darius her zamanki gibi ‘yüceligi’ne güvenerek kahinin odasına paldır küldür dalmıştı. Bazen insanların akıllarıdan neyin geçtiğini; kendi iç dünyalarında kendilerini nasıl gördüklerini bu yüzden görmeyi çok istiyordu kahin. Yüce Darius, ufacık bir efsundan kolayca etkilenen birisiydi ve bundan kendisinin bile haberi yoktu. Tabi bir de kendi gücü vardı: Darius kendisindeki bu gücü bilse muhtemelen tüm savaşlara kendisini gönderirdi,
“insanlar ne kadar zayıflar değil mi Darius”
“yine hikaye mi anlatacak –“
“ve ne kadar aç gözlülüler…”
“sadede gel kahin seninle zaman kaybedemem”
“biliyorsun Darius, senin kutlu yolunda karşına çıkacak olan düşmanların var bunu sana daha önce de haber verdim –“
“bir bok vermedin bana” haklı olduğunu düşünmüştü kahin zira isteseydi çok rahat bir şekilde Darius’u boka boğabilirdi,
“kahinlerin görüleri senin eşyayı veya dünyayı gördüğün gibi değildir Darius bunu hala anlamadın sana şu anda söyleyeceğim bir tek şey var: artık olaylar benim irfanımın görülerimin bile ötesinde…” bu kahinlerin öngörülerinin belirsiz olduğu efsanesini ortaya kim atmıştı bilmiyordu ama insanların buna körlemesine inanmasına hayrandı. Anladığı kadarıyla bu görüler net değildi bu doğruydu ama anlatıldığı kadar imgelerin yorumu mevzusu söz konusu değildi. Bunları düşünürken Darius’un yüzündeki değişiklikleri incelemeyi de ihmal etmedi tabi ve Darius’un aklı karışmış gibiydi. Heyhat ki, bu konuda ona kahin de yardım edemezdi zira kendisinin kullandığı başka bir kahin vardı, herkesten gizlediği,
“ne demek oluyor bu?”
“bu şu demek oluyor Darius, artık benim görülerimden ziyade senin icraatlerin önemli. Her zamankinden daha fazla çalışmalısın…” kahin Yüce Darius’a arkasını dönmüştü ki Darius bunun anlamının kendisiyle daha fazla konuşmayacağı olduğunu biliyordu. Nira imparatorluğunda kahinlere duyulan saygının en üst düzeyde olmasına bir kez daha sevinmişti kadın içten içe ve Darius usulca odadan çıkarken o da kaldığı işe kaldığı yerden devam etmek için kölelere yöneldi…
Nira… İnsanların yaptıkları en aşağılık şeyler; en büyük şerefsizlikler en berbat fiiller bir ülke olsa Nira kesinlikle bu ülkenin başkenti olurdu. Kahin dünya üzerinde ne kadar uzun süredir yürüdüğünü hatırlamıyor olsa da burada şahit olduğu olaylar kesinlikle unutabileceği şeyler değildi: bu kadar haysiyetsizliğe bu kadar şerefsizliğe kendisi bile tahammül etmekte zorlanıyordu. Tabi bu şerefsizlikler sadece güçlülerin, zayfıların malları, ırzlarını canlarını gasp etmeleri değildi sadece veya köle olarak oraya buraya satmaları da değildi. Bu şerefsizliklerin belki de en büyüğü insanların cevherleri için hasat edilmesiydi.
Evet, tam olarak yapılan şey buydu, Nira askerleri enerji seviyelerini yükseltebilmek için diğer insanların cevherlerini kullanıyorlardı. Bu diğer insanlar ya savaşlarda esir edilen askerler oluyordu ya da kendi hasatlarının ürünleri oluyordu. Aslında kahin işlerin bu noktaya geleceğini tahmin edememişti. Onun yapmak istediği tek şey Nira askerlerinin daha güçlü olabilmesi için kadim teknikleri öğretmekti. Bunun için de İmparator Kereb’e nereye bakmasını işaret etmişti ve büyük kayıplar verilmiş olsa da ‘kadim lanetlilerin kara kitabına’ ulaşabilmişlerdi. Ama asıl sıkıntı bu kitabın bulunması ile başlamıştı, en güçlü insanların enerjileri bile bu kitaptaki en basit hatta temel seviyedeki savunma ve saldırı yöntemlerini kullanabilecek enerjiye sahip değildi. Her ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar maalesef kaynak canavarlarının cevherlerini sorunsuz bir şekilde kullanmayı başaramamışlardı: ilerleyen zamanlarda enerji sürekli kararlı formunu kaybetmişti. Bu da bir çok yan etkiye sebep olmuştu: delilik, uzuv kaybı, ölüm… Her ne kadar eski insanlar kendilerinden birkaç seviye yukarıdaki kaynak canavarlarının enerjilerini dönüştürmeyi başarsalar da bir sebepten ötürü artık kimse bunu başaramıyordu.
Ve o lanetli günde İmparator Kereb’in oğlu prens Darius, kendisine gelerek bir yöntem ortaya atmıştı: diğer canlılarla insanların enerjileri farklı özelliklerde olabilir ve bu yüzden de kaynak canavarlarının cevherlerini kullanımı sıkıntı çıkartıyor olabilir: aynı durum insanların cevherleri için geçerli değildir. Çünkü hepimiz aynı hayvanlarız. Tam olarak bu cümleyi kurmuştu Darius. Kahin o anki şaşkınlığını hala hatırlıyordu ve daha kendine gelememişken bir şaşkınlık daha yaşamıştı: ‘ben esir aldığımız askerlerden birisinin cevherini almayı başardım ve kullandım: her hangi bir sorun çıkmadı’ işte o gündür Darius, askerlerinin güçlerini artırabilmek için insanların cevherlerini kullanmaya başlamıştı. Kullandığı cevherlerden bir tanesi de kendi öz babası Bilge Kral Kereb’e aitti…

ejderha günceleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin