Bölüm 20: Saklanmış Ama Saklandığı Yerde Parıldayan Şeyler

167 17 91
                                    

IU- Trough the Night'ı da dinleyebilirsiniz yanında. Ben tümünü yazarken hep dinledim.

Nereye gidiyordum sahi ben?
Kime gidiyordum?
Nereye gidiyordum?

Gidiyor muydum ben?
Gitmek bu buydu?
Buna gitmek mi denirdi, ona doğru yola çıkmak mı?
Bilmediğim yolların ona çıkacağını umarak yola düşmüştüm. Zaman mı götürecekti beni ona, yoksa zaman mıydı zaten aramıza girip de bizi ayıran?
Böylesine bilgisizken, böylesine cahilken ve her yalana sımsıkı inanmak isterken benim bu yaptığım büyük bir cesaret miydi yoksa aptallığımın bir kanıtı mı?

Kimim ben?
Neyim?
En önemlisi sana bir gün tamamen ulaşabilecek miyim?
Ellerim ellerini tutabilecek mi?
Benim zavallı ellerim.

Beni tutacak mısın?
Düşmemem için, sağlam bir şekilde ayakta durabilmem için beni tutacak mısın?
Çünkü ben düşmek istemiyorum artık.
Senden başkasına düşmek istemiyorum.
Sana düştüm, başka düşmek istemiyorum.

"Bak şimdi bu burada dursun, saklayayım da karşıma bir daha çıkmasın." dediğimiz saklamak ve en önemlisi unutmak istediğimiz onca şey var.
Kapalı kapılar ardında tuttuğumuz kalın kutulara kilitlediğimiz şeyler var.
Onların ne olduğunu biliyorsunuz. Sizin de var öyle şeyleriniz.
Herkesin vardır.
Anılar var, düşünceler var, hayaletler var, hayaller var, kişiler var, yerler var, şehirler ve ülkeler var, yemekler ve yaptıklarımız var saklamak istediğimiz. Belki hepsine sahibiz bu saklanacak şeylerin belki de sadece birine. Ama hepimiz mutlaka birini taşırız kilitli bir sandıkta.

Bunları saklamak istiyoruz çünkü bunlardan saklanmak istiyoruz. Yakalarlarsa bizi ansızın, bizim onlarla karşılaşmaya hiç hazır olmadığımız bir an da onlara karşı koyamayız ve düşeriz diye korkuyoruz çünkü.
Kendi anılarımızdan, kendi korkularımızdan kaçıyoruz.
Bizi onlar biz yapıyor.
Biz kendimizden kaçıyoruz. aslında biz saklanıyoruz.

Bu şey gibi tıpkı, bir kasabaya gitmişsindir, sakin bir kasaba der herkes, ama hep birileri kaybolurmuş bu kasabada. Kimse nereye gidermiş bu insanlar bilmezmiş. Bulamazlarmış kaybolanlardan ne bir nefes ne de bir his.
Sonra aramışsın sen nedenini, bulmuşsun en sonunda. Meğer bu sakin mi sakin kasabanın ormanının derinliklerinde bir ev varmış. Tek edilmiş gibi eski ve yıkık duran bir ev varmış. Ev demeye de bin şahit istermiş hatta. Bu evde her şeyin suçlusu yaşarmış. Gözüne kestirdiğini alır buraya getirir, bir süre oyun oynarmış onlarla. Sıkıldığını da yermiş. Bundanmış kaybolanlardan haber alınamaması.
Kasabadaki herkes bilirmiş bunu. Ama onu tutuklatmak, bu belayı kökten çözmek yerine bu ormanın içine hapsetmişler. Biraz sessiz kalmış canavarları. Ama sonra başlamış gözüne kestirdiğini yanına almaya. Canı sıkılıyormuş çünkü yalnızlıktan. Hem yalnız uyuyamıyormuş hem de acıkıyormuş işte bir de.
Kasabadakiler kaybolanların sırrını bilseler de bir şey demiyorlarmış "Bu insanlar nereye kayboldu?" diyenlere. Çünkü kendilerinde de suç görüyorlarmış. Sanıyorlarmış ki kimseye söylemezsen, yokmuş gibi yaparsan suç kalmaz ortalarda. Canavarlarının suçunu böyle örtmeye çalışıyorlarmış. Ve aslında tüm suçu canavara atıyorlarmış. Onu böyle yalnızlığa ve açlığa itmeseler canavar o kadar da kötülük etmezmiş insanlara. Kötü muamele varlıkları daha da vahşileştirir geç anlamışlar.
Bir de susuyorlarmış çünkü canavarı yakalamak isteseler canavar teslim olmazmış. Alışmış yabanlığa, yabancılığa, vahşi denmesine ona, vahşi denmesine alışınca vahşiliğe de alışmış, yalnız bırakılmaya alışmış, güvenmiyormuş artık kasabadakilere teslim olamazmış istese de, korkuyormuş.
Kasabalılar susmuş ama sen bulmuşsun vahşinin denilenin evini. Göz göze gelmişsiniz onunla, bakımsız vücudu, bakımsız yüzü değişmiş seni görünce. Çünkü daha önce kimse ona kendi gelmemiş. Yaklaşmış sana, seni koklamış da koklamış. Kokunda korku da bulamış, ona zarar verecek olduğuna dair bir işaret de. Zarar vermemiş sana. Sen elini uzatmışsın, o kafasını yaklaşırmış sana.
Kirli ve otlarla dolu saçlarını okşamışsın. Düşmüş yere hıçkırıklara, ağlamış da ağlamış. Uyumuş sonra. O uyanana kadar gitmemişsin bir yere. Uzun uzun uyumuş. Sanki hiç uykusunu alamamışçasına, sanki uyumak için hep bugünü beklemişçesine uyumuş. Gün akşam olmuş, akşam da sabah. Güneşin ilk ışıklarıyla aralamış gözlerini, bakmış ki hala oradasın. İlk kez gülmüş yüzü, ilk kez. İlk kez dudakları gülüşün sıcaklığını hissetmiş. Elini tutmuş. Seni güzel bir yere oturtmuş. Önüne meyveler koymuş. Ormanın en temiz deresinden su koymuş önüne. Gitme demiş kendince. Gitmemişsin.
Oyunlar oynamışsın onunla. Yemekler yemişsin. Nasıl temizlenilir onu öğretmişsin. Saçlarındaki kir çıkınca ipekler saçılmış ortaya. Yüzündeki çamur akınca ak pak teni gözükmüş pembe yanaklarıyla. Şimdi temiz olunca öyle korkunç da durmuyormuş. Sonra tekrar kirlenmiş hemencik, bilmezmiş nasıl temiz tutulur beden. Bilirmiş kalp temiz olsun yetermiş. Karışmamışsın buna. Ne kadar kirlenirse kirlensin temizlenmeyi öğrenmiş ya, kirlenmek o kadar da sorun değilmiş artık. Şarkılar söylemişsin onunla, sesin pek güzel olmasa bile. Şarkılara eşlik edememiş çünkü hayatında daha önce hiç şarkı duymamış. Konuşmayı da bilmiyormuş zaten. Kimse onla konuşmamış çünkü. Kimse ona bir şey öğretmeye çalışmamış. Sen şarkı söylemişsin ama ona. Ayağa kalkmış dans etmişsin onun için. O da kalkmış dansına katılmış. Dilini kullanamasa da bedenini uydurmuş senin ritmine. Şarkı bitmiş, dans durmuş, ateş yanıyormuş ama hala gürül gürül. Ateş aydınlatmış yüzünü adına Vahşi denilenin bilinçlerde, yaşlar yıkıyormuş kirli yüzünü, kimse onu temizlememiş daha önce, kimse ona nasıl temizlenilir öğretmemiş senden başka. Kimse ona insanları kaçırma yahut onları yeme de dememiş. Ağlamış vahşi. Çünkü öğrenmiş ki, insanlar oyuncak değilmiş, insanlar zorla alıkonulmaz ve yenmezmiş. Öğrenmiş vahşi. Biraz şevkat görünce öğrenmiş. Sen öğretmişsin ona. Ağlamış da ağlamış. Hata olduğunu bilmeden yaptığı hatalara ağlamış. Yalnızlığına ağlamış. Yalnızlığa itildiğine ağlamış. Kimsenin onu bir şeyler öğretecek kadar sevmediğine, değer vermediğine ağlamış. Kızmış da kasabadakilere, onu bu hale getirdikleri için. Ama intikam almak işleri düzeltmezmiş. Bunu da anlamış. Kalbi "Ah!" demiş. Dili bir şey bilmezmiş. Kalbi feryatlar etmiş, ağıtlar yakmış ama dili susmayıbilirmiş yalnız. Kimse ona nasıl feryat eder dil öğretmemiş. Gürül gürül yanan ateş küçülene, közler içinde tütene kadar ağlamış. "Ağlama." demişsin ona anlamamış.

Tüm Kaçışlar Kendindendir  "hunlayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin