2.3

1.1K 131 52
                                    


Mark: kapıyı aç

Renee: niye çalmadın ki

Mark: uyuyakalmışsındır diye

Renee: 10 da demiştim

Mark: sadece şansımı denedim
✔✔(09:42)


Telefonu oturacak olduğum sandalyeye koyup kahve doldurduğum bardakları da masaya yerleştirerek kapıya koştum.

Apartman kapısının düğmesine bastım ve evin kapısını da aralayıp portmantoya yaslanarak sesleri dinledim.

Önce aşağıda demir kapı açıldı ve sertçe kapatıldı. Adım sesleri hızla yaklaştıktan sonra bir dakika geçmeden karşımdaydı.

Geldiği an doğrulup içeri geçmesi için işaret ettim.

"Günaydın." Dedi bir kaç adım atarken, bir yandan da esniyordu. Kapıyı kapatıp önden ilerlerken elinde bir poşet vardı.

"Günaydın. Sen de mi bir şeyler yapıp getirdin? Piknik yapacağımızı bilmiyordum." Diye mırıldanırken mutfağa geçmiştik bile.

"Gelirken çaldım."

"Ne?" Ona gözlerimi açarak bakarken dudak büzdü.

"Küçük bir çocuğun elinden çaldım. Yiyordu. Açtım ne yapayım?"

"Dalga geçiyor olmalısın. Mark. Çocuktan mı çaldın?"

Bir anda güldüğünde ne yapacağımı bilemedim.

Elmacık kemikleri çıkmıştı ve gözleri iyice kısılmıştı. Böyle güldüğüne ilk kez tanık olduğumu fark ettim. Hafifçe eğilmişti ve kafasını iki yana sallarken gözleri bendeydi.

Koyu kahve sweat ve siyah bir kot vardı üzerinde. Yine koyu renkleri giyinip tenini açığa çıkarmıştı.

"Inandın mı cidden." Derken kahkahası durulmuş sadece dudakları kıvrıktı.

Ben şaşkınca neler olduğunu algılamaya çalıştım ve tabi ki de dalga geçtiğini anladım.

Ona sadece göz devirerek telefonumu alıp sandalyeye oturdum. O da karşıma oturdu ve poşetteki kurabiye paketini masaya koydu.

"Tarçınlı kurabiye sever misin?" Diye sordu. Sandalyesini düzeltti ve önündeki kahve kupasına bakıp bir yudum aldı.

"Yani. Dışarıdan pek yemem. Genelde kendim yaparım. Tarçını dışına değil de içine koyarım." Dalgınca mırıldanırken ben de kahvemden bir yudum almıştım. Az uyumuştuk. Yani en azından ben. Çünkü saate baktığımda en son gece 2'yi gösteriyordu ve sonra ne zaman uyuyakaldığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece telefonu kurduğum saat 9'du.

Cevap alamadığımda kafamı kaldırıp ona baktım.

Zeytin gibi kara gözleri benim üzerimde olduğu gerçeğiyle karşılaşınca ağzımda yutacağım kahve genzime kaçtı.

Omuzlarım sarsılarak öksürürken nefes alamamıştım.

"Hey! İlk yardım bilmiyorum haberin olsun... cidden boğuluyorsun sen. Kendine ilk yardım yapabiliyor musun? Sırtına mı vurayım?"

Yutkunup kendime gelirken sözlerinden dolayı neredeyse gülecektim. Gözlerim dolmuştu. Onları silerken ona baktığımda bana yine dikkatle bakıyordu.

"Önemli değil. Geçti." Deyiverdim kuru çıkan sesimle. Kahveden bir kaç yudumu dikkatle içtim.

"İyi. Açım. Ve sayende erken uyandığım için midem allak bullak."

"Söylenme ve kahvaltı et."

Ellerini teslim olur gibi kaldırdı.

Bir kaç dakika boyunca hiç konuşmadan yemek yedik. Tuhaftı. Sadece bir kaç gün önce onun yalancı bir hırsız olduğuna inanırken ve beni odamda izlemiş olduğu için ondan neredeyse nefret ederken onun için kahvaltı hazırlamıştım.

Onunla kahvaltı ediyorduk.

Üstelik kirli işleri aklatmada mesleğimi kullanıyordum. Ve eğer o ev basılırsa okuldan atılacağımı belki hapse gireceğimi bile tahmin edebiliyordum. O uyuşturucuları onlar üretmemişti elbette ama eğer yakalanırlarsa, ortada bir ipucu yoktu. Kendilerini temize çıkarabilecekleri bir kanıtları yoktu ellerinde. Bay Kim'in suçlu olduğuna dair de.

Yine de onlara yardım ediyordum. Çünkü ortada Bay Kim yüzünden ölmüş bir arkadaşları vardı. Ne ne şekilde oldu bilmiyordum ve aslında bu pek de önemli değildi artık. Sadece tek gerçek ölen birinin geri dönmeyeceğiydi.

Peki onun annesine neler olmuştu?

Dün gece konuşurken annem diye yanıtladıktan sonra ne bir şey demişti ne de bana fırsat vermişti. Sadece evimin sokağının başında bırakıp gitmişti.

Ve buradaydık.

"Neden öyle bakıyorsun?"

Sorusuyla irkildim. Çünkü onu izlediğimin farkında bile değildim.

"Neden benimle kahvaltı etmek istedin?"

Düşünmeden sordum. Sadece konuşmasını istiyordum belki de. Sormak için sormuştum.

Gözleri masada dolandı dalgınca. "Bilmem. Uzun süredir bir evde yemek yememiştim." Mırıltısının ardından içimde bir şeyler koptu. Evde hissetmek. Evde olmak. Ev.

Sıcaklığıyla her zaman temel ihtiyaç olan ancak sadece ev görünüp içindeki insanlardan dolayı cehenneme çevrilen o çatılı bina.

Ben ne zaman evde hissetmiştim ki en son?

"Anladım." Diyebildim.

Bilmiyorum. Belki o farkında değildi ama aramızdaki dil, ikimizin anlayacağı türden gibiydi.

"Akşam... dikkat çekmemek için siyahlara bürünebilir misin yine?"

Yine?

Kaşlarım çatıldı. "Yine derken?"

Kaşları havalandı. "Geçen gün Jungkook hyung un doğum gününde giyindiğin gibi. Siyah?"

Kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım. "Siyah. Anladım." Diye mırıldandım.

"Bu arada." Dediğinde eli deri ceketinin cebine gitti. Bir şey arar gibiydi ve bulduğu gibi çıkarıp bana uzattı.

Ufak siyah bir kutuydu.

"Para kabul etmeyeceğini biliyorduk. Biz de bunu aldık." Diyerek kutuyu araladı.

Altın bir kolyeydi. Ucundaki parlak figürü görebilmiştim. Kuru kafaydı. Ciddi anlamda bir kuru kafa figürü vardı.

Tam ağzımı açacağım sırada konuştu. "Şimdi bunu da kabul etmiyorum falan dersen, bayağı hakaret etmiş olursun. Rüşvet olarak düşün. Tehlikeli bir işteyiz." Diye güldü yine.

Bunu o seçmişti. Emindim. Çünkü yeniden doğuşu reddetip ölü birini diriltemezsin dediğimde tam olarak bunu kastetmiştim.

SeamHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin