Yastığımın altında kaldığı için ısrarla titreyen telefon, bütün yatağın titremesine ve en başta kafamın altındaki yastığa sıkıştığı için kafamı allak bullak etmesiyle günün başlangıcına bir migren sızısı eklemişti.Hırsla açtığım gözlerimle dönüp yastığın altındaki telefonu alıp arayana baktım.
Annem...
Aramayı yanıtlayıp kulağıma götürdüğümde sırt üstü tekrar yatağıma serildim.
"Alo anne?"
"Günaydın kızım. Saat neredeyse 12 ama neyse..." dediği an gözlerim kocaman açılıp komodinin üzerindeki saate kaydı.
11:42
Içimden söverken tek kelime edemedim ve annemi dinledim. "... sincap bu aralar çok huysuz. Hazımsızlık sıkıntısı mı var yoksa veterinere mi götürmeliyim?"
"Huysuz mu? Yemeğini yiyor mu?" Diye sorarken kaşlarım çatılmıştı. Yatakta doğrulup sırtımı başlığa yasladım.
"Yemeğini yemiyor. Senin geçen haftaki ziyaretinden sonra köşedeki yastığına geçip gün boyu patilerini yalıyor. Bir de tüy döküyor..." hafifçe güldü.
Sincap 1 yaşında, siyam cinsi bir kediydi. Ona sincap dememin asıl nedeni de hızlı hareket etmesi ve yemeğini arada bir sincap gibi patisine takarak yemesiydi.
Ancak bu huysuzluğu beni endişelendirmişti.
"Belki hazımsızlıktır. Onu daha önce veterinere götüreceğimiz kadar hastalanmamıştı. Belki ilgi istiyordur?" Diye sorduğum.
"Ah, onu veterinere götüreceğim bugün. Onu yeterince sevdiğime emin değilim. Çünkü ona ne zaman yaklaşsam ellerim çiziklerle doluyor. Sanırım seni özledi." Dediğinde kıkırdadım.
"Onu almak isterdim ama biliyorsun... dönem arası diye eve gelmedim çalışmak için. İş bulabilmişken biraz para kazanmak istiyorum. Hem yaz tatili için bankaya attığım parada kendi emeğim olsun istedim."
"Biliyorum. Kızım. Gurur duyuyorum seninle. Her ne kadar çalışman hoşuma gitse de sanırım seni hala küçük kızım olarak gördüğüm için aklım kalıyor. Bir sorun çıkmıyor değil mi?"
Sorun hep olurdu.
Yalnız kalmak istediğimde bile.
"Bir sorun yok. Buradaki kütüphaneyi görmüştün. Patronum bay Kim disiplinli ve tertipli. Aramızda bir sorun yok ve işimi saygıyla yapıp, o kitapları her gün raflarına diziyorum."
Sözlerimin ardından telefonun diğer ucunda güldü.
Sanırım bununla birlikte annemi özlediğimi fark etmiştim. Kalbim burkulmuştu. Henüz geçen hafta görüşmüştük ama yine de yokluğunu hissetmek, özlemi tetiklemişti.
"Pekala seni tutmuyorum o zaman. İyi çalışmalar. Sonra tekrar aramaya unutma."
"Unutmam anne. Görüşürüz."
Telefonu kulağımdan çekip kapatırken ekranda dolandı gözlerim birkaç dakika.
Anne.
Annelerimiz farklı.
Aklımda dolanmıştı sözleri.
Aynı yaşta olduklarını söylemişti Heeyoung ile. Babası Heeyoung'un annesiyle mi aldatmıştı onun annesini ya da tam tersi miydi? Nasıl aynı yaşta olabiliyorlardı ki?
Aralarında aylar vardı belki de kim bilir? Ne düşünebilirdim ki bu konuda?
Yataktan zorlukla kalkıp lavaboda yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçalayarak odama döndüm.
Koyu mavi kotu ve koyu gri kazağı çıkarıp dağınık yatağın üzerine attığımda hala ayılmaya çalışıyordum.
Dün planladığım gibi olmamıştı.
Çayımı yudumlarken kitap okumak ya da film izlemek istemiştim. Ama sadece duş aldıktan sonra yatağıma serilip uyuyakalmış ve bir daha uyanamamıştım.
Yaklaşık 15 saatlik bir uykuydu.
Uykunun, uyudukça çoğaldığına yeniden tanık olmuştum.
Çıkardığım giysileri üzerime geçirip telefonumu alarak koridordaki çantamın içine attım. Botları giyerken şemsiyeyi alıp almamakta tereddüt ettim.
Odamda perdenin arkasından güneş ışınlarının içeriye doluştuğuna tanık olmuştum az önce.
Şemsiyeyi bırakıp botları giyerek çantanın tek kolunu taktıktan sonra anahtarı unutmadan kapıyı çekip çıktım.
Benim mesaim öğle vakti başlıyordu.
Yani diğer kız gidecekti ve yerine ben saat 12'de başlayacaktım. Kolumdaki saate bakarsak eğer yaklaşık 8 dakikam vardı.
Merkezdeki büyük kütüphanelerden biriydi çalışıyor olduğum yer. 6 kişi dönüşümlü olarak mesai yapıyorduk. Ufak apartmanın arkasındaki sokaktan caddeye çıkmak, oraya gidebilmek için yeterliydi.
Tempolu bir şekilde alışılmadık, cıvıltılı güneşe gözlerimi kısarak ilerledim.
Kütüphanenin olduğu yolun karşısına geçip kaldırıma çıkarak cam kapıya yaklaştım ve kapı beni algıladığında içeri girip arkadaki odaya gittim.
Yaka kartımı alıp çantamı askıya asarak hızla Chae'yi rafların arasında aramaya başladım. Mesaisi dolalı bir dakika oluyordu.
Uzun ve kitaplarla dolu rafları aşıp yuvarlak masaların olduğu yerde onu gördüm. Onun yüzünü görebiliyordum ama karşısında konuşuyor olduğu uzun boylu çocuğun arkası dönük olduğundan onun kim olduğunu çıkaramamıştım.
Yaklaştığımda gözleri beni buldu ve ufak çaplı gülümseyip göz kırptı. Eli sarı saçlarında dolandı ve yanına gittiğimde çocuğun yüzünü görebilmiştim.
Belki okuldandı. Onu daha önce fark etmemiştim. Dağınık saçları uzun olduğundan alnının bir kısmını kapatmıştı.
"Geldim demek için uğradım. Beklemene gerek yok sonra görüşürüz." Diye mırıldandım.
"Görüşürüz sonra." Diyerek bana el salladı ve çocuğun kolundan tutup çıkışa yönlendirdi.
Sevgilisi ya da öyle bir şey olabilirdi.
Kütüphane kalabalık değildi. Arkadaki masalarda tek tük insanlar ve rafların arasındakilerle birlikte pek de göz korkulacak gibi görünmüyordu.
Chae tarih bölümündeki raflarda kalmış olmalıydı çünkü kafamı kaldırıp baktığımda çoğu kitabın düzenlenmiş ve bazılarının kartonların içinde kalmış olduğunu gördüm. Bunlar yeni gelen kitaplar olmalıydı.
"Kolay gelsin Renee." Bay Kim'in sesini hemen arkamdan duyduğumda ona dönüp gülümsedim.
"Teşekkürler. Size de efendim."
Rafların arasından ilerleyip masasına gitti. Kayıt işlerini o tutardı.
"Inanamıyorum..."
Bir an gözlerim onun üzerindeyken Bay Kim masanın üzerine bakıyordu. Bir şey arıyor gibiydi. Elleriyle ceplerini yokluyordu.
Hızlı adımlarımla hemen yanında bittiğimde kaşlarım çatılmıştı. "Bir sorun mu var efendim?"
"Anahtarım yok. Anahtarlarım yok."
Telaşla yanımdan geçip odaya gittiğini tahmin ettiğimde olduğum yerde kalakalmıştım.
Anahtar.
Anahtarlar.
Anahtarlıklar.
Ön taraf ful cam olduğundan ve bir pencere açık olduğundan dışarıdaki gürültüyü duyabilmiştim. Ve duyduğum gibi de ön cama dönmüştüm.
Gazı köklediğini belli eden motosikletin sesi, caddenin diğer tarafına doğru hızla ilerliyordu.
