29. BÖLÜM > ZAMAN

1.9K 135 13
                                    

   Uyandığımda yanımda Yekta değil, Meltem vardı ve güneş henüz doğmaya başlamıştı. Meltem’in hala uyuduğunu görünce bunu fırsat bilip, üzerimde dünden kalan kirli kıyafetleri temizleriyle değiştirdim ve dışarı çıktım.

   Henüz tam doğmamış olan güneş etrafı çok da aydınlatmıyordu. Rüzgar hafif hafif yüzüme çarparken derin bir nefes aldım ve denizin kıyısından yürümeye başladım. Denizin yaptığı gel gitler ayağıma çarptıkça ürpersem de bu hoşuma gidiyordu.

   Kimsenin uyanmamış olması da ayrı bir güzeldi benim için. Ayrı bir sessizlik, ayrı bir huzurdu.

   Hani, bazı sabahlar olurdu ya, huzurlu hissettirirdi hani… Etraf yarı aydınlık olurdu. Kuş cıvıltıları ve yaprak hışırdamaları duyulurdu… İşte! Öyle bir sabahtı bu sabah.

   Tüm sorunlarımı bir kenara bırakmış, denizi izleyerek yürümeye başlamıştım. Sonra “Neden düşünmüyorum?” diye sordum kendime. “Bu kadar huzurlu ve sessiz bir ortam varken neden düşünmüyorum?”

   Kumun üstüne oturduğumda tertemiz denizi izlemeye başladım. Mavinin tonları o kadar güzeldi ki… Her tonunda ayrı bir mutluluk saklıydı.

   Kollarımı iki yana açıp bulunduğum yere yattım. Alper’i düşündüm ilk başta. Gerçekten böyle biri olup olmadığını düşündüm.

   Gerçekten bu kadar sert biri miydi?

   Peki neden böyle kötü davranmıştı bana? Sevdim diyen o değil miydi?

   Bundan sonra ne yapacaktım peki? Nasıl davranacaktım? Hiç o halini tanımamış, sevmemiş gibi mi? Hiç sahiplenilmemiş gibi mi? Peki o nasıl davranacaktı? Taner mi olacaktı, Alper mi?

   Sıkıntıyla gözlerimi kapadım. Kaç gündür bu adada kaldığımızı parmaklarımla saymaya çalıştım. Tam 30 gün olmuştu. Yani buradaki birinci ayımızdı. Zaman ne kadar çabuk geçmişti. En güzel yanı da, sadece bir ay daha sabretmemiz gerekiyordu.

   Derin bir nefes aldım. Sadece bir ay, bir ay sonra eski yaşamıma geri dönecektim. Her şey eskisi gibi olacaktı.

   Gülümsedim. Aydınlığa bir ay kalmıştı.

   Sıkıldığımı anlayınca ayağa kalkıp çadırlara doğru yol aldım. Ortama yaklaştıkça bağırışmalar daha iyi duyuluyordu.

   Büyük ağaca yaklaştığımda kalabalık topluluğun içine girdim. Feryatlar, çığlıklar etrafı yankılandırıyordu.

   “Neler oluyor?” diye sordum Meltem’in ağladığını görünce.

   Bana baktığında daha çok ağlamaya başladı. Yanına baktım. Emre de sessizce ağlıyordu.

   Daha ilerlediğimde Çağatay’ı gördüm. Sahra’yı kucağında tutuyordu. Sahra ıslaktı. Karnında kanlar vardı. Bembeyaz yüzü daha da beyazlamıştı sanki. Mavi gözleri maviliğinden ödün vermeye başlamıştı. Dişlerini sıktı Sahra. “Hayatım,” diye başladı. “Canım acıyor.”

   “Hayır,” dedi Çağatay. “Acımıyor. Sen öyle zannediyorsun.”

   Sahra’nın gözünden damlalar döküldü. “Biliyorum Çağatay. Öleceğim. Kimse kurtaramayacak.”

   Çağatay bir anda kucağında duran Sahra’ya sıkıca sarıldı ve kocaman bir feryat kopardı. “Böyle olmamalıydı!”

   Öylece etrafa baktım. Herkes bir yerlere tutunup ayakta durmaya çalışıyordu. Ağlayanlar vardı, ama Çağatay’ın sesi herkesinkini susturuyordu sanki.

   Sahra sevgilisine son kez baktı belki de… “Seni her şeyden çok sevdim sevgilim.” dedi ona usulca. “Beni unutma, tamam mı?”

   Ardından başı ve kolları geriye düştü.

   “Allah’ım!” diye bağırdı Çağatay sevgilisine son kez sarılırken. “Neden aldın onu benden? Neden bu şekilde aldın!”

   Bu cümleleri duyunca kan beynime sıçramıştı adeta.

   Sahra ölmüştü.

   “Hayır!” diye bağırdım. “Hayır, Sahra!”

  Sahra gibi birisinin hayatımızdan çıkması bize çok şey kaybettirmişti. Neşemizi, inancımızı, cesaretimizi de alıp gitmişti sanki Sahra. Şu kötü zamanları yarılamışken; açığa, aydınlığa çıkmamıza az kalmışken gitmesi haksızlıktı. Her şeyin düzelmesine az kalmışken, onun ailesinin yanında değil de böylesine korkunç bir ortamda hayatını kaybetmesi haksızlıktı.

   Herkes beklerdi, her şey. Hava, su, insanlar, kuşlar, köpekler… Tüm canlılar beklerdi; cansızlar. Bir zaman beklemiyor, bir de ölüm. Oysa sen bile bekliyorsun. Belki doğru anı, zamanı. Belki aylarca, belki yıllarca. Ama zaman senden her şeyi amansızca alıp götürüyor sen beklerken. Hem de sana hiç sormadan! Hiç acımadan, her saniyeni silip atıyor ömründen. Arkasına bile dönüp bakmadan. Sana söz hakkı tanımadan. Zaman daralıyor gittikçe, ama sen farkında olmuyorsun. Zaman beklemiyor, işte. Her şeyini alabiliyor elinden. Sırası geldiğinde sana ait her şeyle birlikte seni de alıp götürüyor…

   Ceza almış çocuklar misali herkes yan yana oturmuştu. Birçok kişi ağlıyordu ama sessizce… Kimse bu olayın şokunu kolay kolay atlatamayacaktı.

   Ölüm vakti geldi mi, tüm sözler, itirazlar çaresiz kalıyordu.

KAMPHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin