🔸55.BÖLÜM: MAZİNİN KALINTILARI

15.6K 1.3K 548
                                    

HELEN
M.Ö. 500 YILLARINDA,
TRUVA KENTİ'NDE

Helen öyle yorgun bir haldeydi ki, kirpiklerinin ucuna taşlar bağlanmış gibi hissediyordu. İradesini zorlayarak gözlerini araladığında ona çarpan parlak ışık başını döndürdü. Tüm şaşkınlığına rağmen odaklanmaya çalıştı. Gördüğü ilk şey abisinin endişeyle kaplanmış yüzüydü. Hâlâ o sokak arasındaydı; Tam da Kosey'in onu yakaladığı noktada...

Agenor onu omuzlarından sarsıyor, bir yandan da "Helen! Helen! İyi misin?" diye soruyordu. Helen nefes nefese bir halde şehrin tepesine, surların ardında doğmak üzere olan güneşe baktı. Güneşin rengi turuncuya dönmüştü ve kendisiyle birlikte uçsuz bucaksız gökyüzünü de aynı renge boyuyor, tek tük bulutlar maviliklerde süzülüyordu. Güzel bir manzaraydı ama bu Helen'in bir daha asla göreceğini düşünmediği bir manzaraydı. Yoksa ölmek böyle bir şey miydi? Baris neredeydi? Baris'i hatırlamak içinin derin ama karşılıksız bir sevgiyle sızlamasına neden oldu. Onu bir daha asla göremeyecek miydi? Bu düşünce onu sarsarken birden aklına gelen şeyle elini göğsünün üzerine, kalbine götürdü. Pürüzlü yaraya dokunurken korkuyla yutkundu ve gözlerini kanla kaplı elbisesine indirdi. Sol göğsünün biraz üzerinde, tam da kalbinin olduğu noktada on santimlik bir yara vardı. Yara düzgün bir şekilde temizlenmiş ve kapatılmıştı. Bekçi taşı, diye düşündü kendi kendine. Gitmişti. Bunu fark etmekten çok hissediyordu.

Parlak gri bir zırh giyen Agenor müthiş bir endişeyle "Helen? Ne olur bir şey söyle? İyi misin?" diye sorduğunda Helen şaşkın ve hiçbir şey anlamayan bakışlarını bir kere daha abisine çevirdi.

"Ben... İyiyim galiba."

"Üzerindeki tüm bu kan da ne? Biri bir şey mi yaptı yoksa?"

Agenor, biri kız kardeşine bir şey yaptıysa bunun bedelini ödetecek kadar iri yarı bir adamdı. Şimdi bile sesini saran korumacılık kendini belli ediyordu. Helen ise ona gerçeği söylemek istiyordu ama hayır, yapamazdı. Parmaklarını dalgalar halinde dökülen güneş rengi saçlarından geçirirken yüzü hafifçe buruştu.

"Düştüm ve sonra çok sert bir şekilde taşa çarpıp kendimi kestim, sanırım o yüzden bu kadar çok kan var."

Bunu deyince Agenor'un omuzları rahatlamayla çöktü. Şefkatli bir sesle "Beni çok endişelendirdin, ufaklık. Evimize dönelim, hadi." dedi. Helen hâlâ sersem bir haldeydi ama tamam anlamında başını salladı. Agenor kolunun altına girdi ve ayağa kalkıp yürümesine yardım ederken genç kızın gözleri şehrin göbeğinden yükselen kocaman, tahta ata kaydı; Truva Atı'na...

Helen gecenin ona getireceği savaştan bir haber olarak, şehrin gösterişli hediyesine gülümsedi.

KATHERİNE
1879 YILINDA,
BİRLEŞİK KRALLIK,
LONDRA'DA

Katherine'nin gözlerini açmasına neden olan şey aldığı ilk nefesin göğsünü dağlarcasına bir acıyla ona çarpmasıydı. Öyle umulmadık bir acıydı ki bu, ağzına kadar gelen safrayı yutup yattığı yerde yan tarafına döndü ve öksürüklere boğuldu. Kendini berbat hissediyordu, yoo hayır, bu yeterince iyi bir deyiş değildi, korkunç hissediyordu kendini. Öksürükleri, nefes almak için uğraştığı her saniyede daha da berbat bir hale geliyordu. Orada öleceğini düşündü, olanları düşününce öleceğinden emindi. Öksürükleri kontrol altına alamayacağı bir noktaya ulaşınca öne eğildi ve kaçınılmaz bir şekilde dengesini yitirdi. Yatıyor olduğu sunaktan düşmemek için sunağın başındaki melek heykelinin kanatlarına tutunmaya çalışsa da fayda etmedi. Heykelin kanatları parmaklarının altında paramparça oldu. Katherine tiz bir çığlıkla dizlerinin üzerine düştü. Saçları yanaklarından sarkıp yüzünü saklarken neler olduğunu anlamaya çalışarak gözlerini kanla, ona ait olan kanla kaplı olan yere dikti. Sonra da ürkek bakışlarını içinde bulunduğu kilisenin içinde gezdirdi. Buranın neresi olduğunu biliyor fakat neden burada olduğunu hatırlamıyordu. Yoksa...

Mumya Kalbi: Atmayan Kalpler Serisi (2) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin