Bir sandığı vardı; geçmişini gömdüğü bir sandık. O sandığın üzerindeyse bir kilit vardı; anahtarı kızdaydı ama kız, geçmişine o kadar yabancılaşmış bir hâldeydi ki anahtarı göremiyordu.
İçinde bulunduğu odada ne kadar süredir beklediğinden emin değildi. Bir yolun sonuna geldiğini biliyordu; bu yolda kendisiyle birlikte yürüyenleri düşünüyor, onlardan bile sakladığı geçmişi aklına takılıyordu.
Bir şey olmuştu, çok acı verici bir şey olmuştu ve kız, o acıyı hissettikten sonra geçmişini unutuvermişti. Önceleri bilmiyordu; büyüdükçe, sorgulandıkça düşündü, araştırdı ve sonunda o nihai gerçeğe ulaştı. Bir kitapta, "Acı katlanılamaz hale geldiğinde gözden yaş akmazmış, derler" diye bir cümlenin geçtiğini görmüştü, o gün anladı; kız, acısını o kadar katlanılamaz halde yaşamıştı ki değil gözleri, zihni bile kabullenememişti.
Hatırlamıyordu, altıncı yaş gününden önce neler olduğunu hatırlayamıyordu. Merak ediyordu, babası sebebini gizlemeye devam ederken kız hatırlamak için kendini zorluyordu ama olmuyordu. Kimseye söyleme, demişti babası. Unuttuğun bir geçmişinin olduğunu hiç kimseye söyleme. Daha sonra eklemişti: Senin adın Nilperi ama sana sadece ben Nilperi diyebilirim.
Kız, kabul etmişti çünkü henüz yedi yaşındaydı, kimsesi yoktu ve babası onu kendisinden başka kimsesinin olmayacağına inandırmıştı. Kimseye kendi geçmişini unuttuğunu söylememişti. Kimsenin kendisine Nilperi diye seslenmesine izin vermemişti.
Ancak sonra biri geldi, orman gözleriyle kıza baktı ve kız, engel olamadı. Babasıyla olan soğuk savaşında donarak ölmemesinin tek sebebi, bu orman gözlü çocuktu. Orman gözleri kızın içini ısıtıyor; ona baktığında yıllar boyu hep onu arayıp durmuş da sonunda bulmuş gibi hissediyordu.
Ancak sonra biri daha geldi; kahve gözleri ve sert mizacına ters düşen çocuksu bir gülümsemesi olan biri. Belki sevilmeyen, belki seçilmeyen ama sonunda hep terk edilen bu iki çocuk; hiç farkında olmadan kızın soğuk savaşına katılmışlardı.
Başkaları da vardı, kendisiyle geçirdiği yedi yılın sonunda yedi güzel arkadaşı olmuştu. Arkadaş değillerdi sadece; dost, kardeş, ilk aşk ve aile. Evet, aile...
Kızın bir ailesi yoktu, unuttuğu geçmişinde dağılıp gitmişti ve babası, sadece babasıydı. Kızın bildiği tek ailesi bu yedi güzel çocuktu. İşte bu yüzden hayatının en güzel yıllarını hapiste geçirmek pahasına da olsa içlerinden birini kurtarmak istemişti. Bir kez daha ailesinin dağılıp gitmesine göz yumamazdı.
Bir suç işlemişlerdi; hep birlikte aylarca planını kurdukları bir suçu, o gece nihayet işlemişlerdi. Onlara bu suçu işlemeyi teklif eden Özge'ydi ve her biri Yağız'ı kurtarmak için en başından gönüllüydü.
Yağız, hepsinin zayıf noktasıydı ama zayıf değildi; belki de içlerinde en güçlü olandı. Onu seviyorlardı, kendi çocukluklarını korumak ister gibi onu koruyorlardı; bu yüzden önce kendilerini değil, onu kurtarmak istemişlerdi.
Sonunda buradaydılar, bir polis karakolunda. İşledikleri suç için sorgulanacaklardı, daha doğrusu kız öyle olacağını zannetmişti. Öyle ki karşısında komiserin "Burak Altınsoy, o gece üç bıçak darbesiyle öldürüldü," dediğini duyduğunda, gözlerini şaşkınlıkla büyütmeden edemedi.
"Burak mı?" diye soruverdi. "Nasıl? Ne zaman?"
O gece hep birlikteydiler. Burak, Esin'in bir süredir takıldığı sevgilisiydi ve aynı zamanda da evin sahibiydi. Dolayısıyla Burak çoğu zaman yanlarındaydı, suçu işledikleri an dışında çoğu zamanda...
"Bu soruları sana ben sormak için buradayım," dedi komiser. "Burak Altınsoy'u en son nerede ve saat kaçta gördün?"
Kaşları çatılırken geriye doğru yaslandı, sırtı tahta sandalyeye çarptığında irkilmişti. İşledikleri suç için sorgulanmayı ve sonunda yakalanıp hapse tıkılmayı bekliyorken bambaşka bir konu için sorgulandıklarını öğrenmek içini rahatlatmış ama konunun aynı gece evin sahibi olan Esin'in sevgilisinin öldürülmüş olması dehşete kapılmasına neden olmuştu.
"Ben," dedi kararsızca. "Sanırım 11 sularında onu mutfakta görmüştüm."
"Ölüm saati 23:37" dedi komiser. "23:37'de neredeydin?"
Ezberlediği bütün cümleler zihninden uçup gitmişti sanki. Ne söylemeliydi şimdi? Kendisine bu sorunun sorulacağını biliyordu, diğerleriyle yaptıkları planın içinde sorgulandıkları an ne yapacakları da vardı. Ancak genç kız, bir zamanlar gülüp eğlendiği bir arkadaşının cinayet haberiyle o kadar yıkılmıştı ki ne söylemesi gerektiğini hatırlamıyordu.
Neredeydim? Burak, öylece öldürürülürken ben neredeydim?
Benimleydin, dediğini hatırladı, birinin. Ona her sarıldığında hissettiği heyecanı, güveni ve ne olduğundan emin olamadığı o sıcak duyguyu hatırladı, "Arden'in yanındaydım," diye itiraf etti. Öyleydi, gerçekten de o gece hep Arden'in yanındaydı. Ben de vardım, dediğini hatırladı, başka birinin. Ona her baktığında hissettiği huzuru, güveni ve ne olduğunu bilmediği o sıcak duyguyu hatırladı, "Demir de yanımızdaydı," diye devam etti.
Kız, sanıyordu ki ona sadece babası Nilperi diyebilirdi, bir de Arden... Ancak bir türlü farkına varamadığı gerçeği başkaydı; ona sadece babası Nilperi diyebilirdi, bir de Arden ve son olarak Demir. Kız, aslında ikisine de izin vermişti ama bunu Arden dışında kimse anlamamıştı.
"Arden ve Demir," diye tekrarladı komiser. "Demek Burak Altınsoy'un üç bıçak darbesiyle öldürüldüğü sırada sen, Arden ve Demir'in yanındaydın..."
"Evet, üçümüz birlikteydik." Her zaman...
Kızın kendinden emin bir tavırla verdiği cevaptan sonra komiserin suratında alaycı bir gülümseme oluştu, "Demir böyle anlatmadı ama..." dedi.
Kalbi dehşete düşerek hızlandı, komiserin sonsözünü tekrar tekrar aklından geçirdi. Ne yani, Demir, komisere Nil'in yanında olmadığını mı söylemişti? Ama neden? Neden bunu yapmıştı ki? Yoksa plan bu şekilde değil miydi? Arden, Demir ve Nil'in yan yana olduğunu söylemeyecekler miydi?
Kızın kafası iyice karışıyor, aylarca üzerinden geçtikleri planı hatırlamaya çalışıyordu. Kim plana sadık kalmamıştı? Demir mi? Nil mi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YAZ UYKUSU
Teen Fiction8 arkadaş, 5 şehir, aşk ve yalanlar. "bu bir yolculuk hikayesi ve her yeni şehir, kendimizi bulmamız için var." 06.06.2020