Hiç olmadığı kadar şiddetli bir şekilde titreyen elimdeki kâğıtta saniyeler boyunca dehşetle gezinen bakışlarımı kaldırıp Can'a baktığımda, gözlerime sinen ifade, saniyeler önceki ifadeden hayli uzak, hayli karanlıktı. Şimdi, küçülen göz bebeklerimle birlikte iyice belirginleşen irislerime korku sinmişti. Şimdi, kaybedebilirdim. Şimdi, mutlu da değildim.
Elimdeki kâğıdın altındaki o yazıyı yeniden okudum.
"Kırılan cam uğur getirir, derler. Oysa kimse bilmez, bazı uğurlar uğursuzdur; benim gibi. Bu kadar mutluluk yeter, fazla bile. Ben geldim, Kozalı. Artık ben de varım."
Hiç mutlu olmamıştık ki, mutluluk yetsin. Olmayan bir şey nasıl yetebilirdi? Hiç mi hak etmemiştik? Olayı bizleştirmekten de geçtim, bu yazı ona hitabendi, hiç mi hak etmemişti?
Elimdeki kâğıdın, yalnızca bir saçmalıktan, gerçek dışı, ürkünç bir hayalden ibaret olduğuna inanmayı istedim. Sonra, o iki kurşun sesi, geldi, en içimde defalarca kez aksetti. Gerçekti, her şeyden daha gerçekti, bizden bile daha gerçekti.
Bir bilinmezlikti ama gerçekliği ele geçirip bir şeyleri darmadağın edebilecek kadar da kuvvetliydi; sonu bilinmeyen bir kara delik gibi.
Can, çatılı kaşlarıyla, elimdeki kâğıda uzandığında, kısık bir sesle, "İyi misin?" diye sordu. Ansızın değişen duygu durumunun sesine kattığı karmaşayı hissetmemek imkânsızdı.
Ve ben, iyi değildim, iyi olmam mümkün değildi. Onu kaybetme korkusu içerisindeyken, birisi onu alenen tehdit etmişken, aynı birisi bize kurşun sıkmaya yeltenip göz dağı vermişken, gözleri, gözlerimin içine endişeyle bakarken, ben asla iyi değildim. Ben onsuzken iyi değildim, onsuzluğun ihtimali zihnimi kemirip içimde yıkımlar meydana getirirken de.
Acı verici hisler içerisinde, tek kelime dahi edemezken, yalnızca, yazıyı okumasını bekledim, herhangi bir tepki verebilecek kadar anlamlandırabilmesini.
Birkaç saniyenin sonunda, elindeki kâğıdı buruşturduğunda, öfke dolu gözleri, karşımızdaki adamların üzerindeydi. Bakışlarını benden özellikle kaçırdığını hissederken, kısık bir sesle, "Can..." dedim ama ne diyeceğimi bilemediğimden, sessizliği kendime kefen edindim; beyaz değil, siyahtı belki ama ölüm zaten karanlıkken, onu beyazla renklendirmek kifayetsizdi, ben de umursamamayı seçtim.
Ve tam şimdi, titreyen ellerimin sebebi, dakikalar öncesinin aksine, onun, bana olan bağlılığını âdeta haykıran sözleri değildi. Korkuyordum, yine, kaybetmekten korkuyordum. Ve sanırım, benimle olduğu sürece de,
bundan hep korkacaktım.Hiç kimse, sonsuz bir mutluluktan söz edemezdi ve biz, sanki, nasıl ki şimdi sınırsız bir umutsuzluğa mahkûm edilmişsek, bilinmezliktense, sonsuz bir mutsuzluğa tutsak edilecektik.
Avuçlarımızın arasındaki, sona yaklaşan umutlardı.
Hikâyemizin itildiği uçurumun dibindeki okyanusa, o kelimeleri satırlara işleyen kalemin damarlarındaki kan karışıp yok olacaktı belki de; ruhlarımız o okyanusta kaybolacaktı.
Her yanım şiddetle titrerken, derince soluyup, sakin olabilmek için kendime telkinde bulunmaya başladım. Düşman, her kimse, o yazıyı yazıp bir şekilde elimize ulaştırabilmiş olması ya da o iki kurşunu sıkması, onu güçlü kılmazdı. Daha başlamayan bir savaşta, korkup geri çekilecek değildim, değildik, ki öyle bir durum içerisindeydik ki, düşman da, savaş da sanki yalnızca bir hayalden ibaretti.
Rengârenk kıyafetli, ürkünç bir palyaçodan hâllice bir tetikçi vardı ortada sadece. Bir de iki kurşun ve dört cümle. Aramıza katılan yeni birisi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KOZ VE KÖZ +18
RomansaDudakları bir boşlukta dudaklarımla birleştiğinde, bedenimi yükseltip ona tıpkı onun gibi karşılık verdim. Öpüşmek güzeldi, unutturuyordu bir şeyleri. Tutuşmuş dudaklarımızın kör bağını çözen o olduğunda, geri çekilip yeniden, karanlığın ortasında ı...