55. AŞKA TUTUKLU GECE

6.8K 213 54
                                    

Eğer bizim hikâyemizin sonunu, onun söylediği gibi ben yazacak olsaydım, o sonu yazmadan, yazamadan avuçlarımın arasındaki kalemi kırardım.

Son denen şey, virgülü değil, noktayı gerektirirdi. Ve biz, aynı cümlenin sonundaki noktada bitmediğimiz sürece, ben buna mutlu son demezdim. Çünkü son, tükeniş demekti ve tükeniş, iki âşığın birbirinin gözlerinin içine bakarak, "Seni seviyorum." demesinden ibaret değildi. Bu, ancak yüzündeki gülümsemesiyle yazdığı pembe romanına veda eden bir yazarın son satırlarının motifi olabilirdi.

Sorun şuydu ki, elime aldığım kalemin ucundaki hiçbir kelime, beni şimdiye değin tek kez olsun gülümsetmemişti.

Zaten ben de bir yazar değildim, onlar zihinlerinin içindeki pembe düşlerden kolayca vazgeçemezlerdi; ben, bizi karanlığa mahkûm edendim. Acımasız olan, yakan, yıkan, yaralayandım. Ben, tek kez olsun pembe düşler kurmayan, kurulan pembe düşlere de katiyen inanmayandım. Karanlık değildim, karanlık var olmayı gerektirirdi; ben, boşluğa karışıp yok olandım.

Öyle ki, şimdi karşımda duran adamı da o yokluğa mecbur bırakmıştım.

Şimdi bakıyorum da o ışığını bulmak için çırpınan gözlerine, keşke beni hiç sevmeseydin, Can. Ben sana yalnızca zarar verdim. Ben seni hep tükettim. Senin sonun, hep benim dudaklarımın arasındaydı. Keşke hiç var olmasaydım.

İşte o zaman, acılarımız da var olmazdı.

Nefesi, içime çektiğim titrek nefese karışırken, başımı hafifçe yan çevirip, avucuma hapsettiğim elinin içine uzun bir öpücük kondurdum. Saç tellerimi tutuşturan parmakları, yavaşça geri çekilip de tenime dondurucu bir soğuğu vadettiğindeyse, avuçlarımın arasındaki eline daha sıkı tutunup, parmaklarımızı ani bir hamleyle birbirine kenetledim.

Dudaklarım, kısık bir kıpırtıyla şekil alırken, "Küsme," dedim, yeniden. Onu inciten ben değilmişim gibi, yüzsüzce, bencil bir şekilde benden uzaklaşmamasını istiyordum. Gözlerim acıyla kısıldı. "Bakma öyle." Parmaklarını biraz sertçe sıktım, varlığımın farkına varması içindi; ona hem acıyı, hem de gücü aynı anda verdiğimi, verebileceğimi anlayabilmesi için. "Ben biraz böyleyim, Can. Sen ne kadar bilmiyorsan, ben de bilmiyorum."

Sevmeyi bilmiyorum.

Bilmiyoruz.

Gözleri, beni anlamaya çalıştığını belli edercesine kısıldığında, irislerinin sahip olduğu tüm ışık göz bebeklerinde toplanarak, zihnimdeki karanlığı yutmuştu. Dudaklarım, sahici bir sahtelikle yana doğru kıvrılırken, avucunun içine bir öpücük daha bıraktım. Ellerimizi indirip bakışlarımı onun üzerinden çektiğimdeyse, başımla, karşımızda duran evi işaret ettim.

Kaçıyordum; bakışlarından ve kırılmışlığından.

"Beril..." diye konuşmaya yeltenmişti ki, farkında dahi olmadan, onunla aynı anda konuşmaya başlayarak konuşmasına izin vermedim.

"Artık girelim." Elini geri çekmek istese de, tutuşumu sıkılaştırarak buna engel oldum ve ileri doğru bir adım atarken, saniyelik bir zaman diliminde ona dönüp, "Bunu," dedim. "Bunu, beni öpmeyi istediğin her an, dudaklarımızı çat kapı tutuşturduklarına say." Elini yeniden sıktım. "Elini tutmak istiyorum ve tutacağım da."

Birbirine uyumlu bir şekilde ilerleyen adımlarımız, binanın içine vardığında, karanlığı aydınlatan sensörlü lambaya kısa bir bakış atıp asansöre doğru ilerlemeye başlamıştık ki, içime büyükçe bir nefes çektim. Vural'ın, aramızdaki şeyden haberdar olmasının doğuracağı herhangi bir olumsuz sonucun olup olamayacağını düşünüyordum. Normalde bunu zaten dert etmezdim fakat ortada henüz aşılmamış, yıkım etkisi yaratabilecek bir sorun vardı.

KOZ VE KÖZ +18Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin