Okuldan eve geldikten sonra annem çoktan kasabadaki vardiyası için gitmişi. Evde olacağını ummuyordum çünkü onunla biraz laflayıp şu dolap meselesini kısa süreliğine de olsa unutabileceğimi düşünüyordum ama bugünün Çarşamba olduğu aklımdan tamamen çıkıp gitmişti. Çarşamba günü aynı zamanda kendi işini kendin gör günüde sayılırdı. Zaten pek fazla anneme muhtaç bir çocuk değildim ancak yine de evde olduğu zamanlarda benimle ilgileniyor olmasını seviyordum. Özellikle de başım ağrırken ilginin bana harika geleceğinden emindim. Çünkü gözlerimin arkasında, sanki bir şeyleri zorlayarak incitmişim gibi hafif bir ağrı vardı. Şu dolap meselesinden sonra başlamıştı ve hiç kesilme belirtisi göstermiyordu. Dahası sinir bozucu olmaya başlamıştı çünkü başı normalde sık ağrıyan biri değildim. Bu yüzden evde yapmam gereken işler gereğinden de berbat ilerliyordu. Kısa bir örnekle kitaplık için annemin eve getirdiği birkaç tahta parçasını birleştirme işi çivi olmadığını fark ettikten sonra kesinlikle ertelenmişti ve ne yapacağımı bilemeyerek odamın ortasında otururken fazla umutsuzdum. Belki de sabah dolapta gördüğüm çayı içip bana iyi gelmesini bekleyebilirdim ve belki de çayı içtikten sonra kısa ve dinlendirici bir uykuya dalabilirdim. Evet bunların hepsini kesinlikle yapabilirdim ancak aşağıdan gelen kırılma sesiyle yerimden sıçrayarak ayağa kalktığımda bunun da etleneceğini sezebiliyordum.
Hızlıca odamdan çıkıp birisinin pencereyi dışarıdan kırdığı düşüncesiyle mutfağa gidiyordum ama burada pek ziyaretçimiz olmuyordu ve bu ihtimal ne kadar gerçekçiydi pek emin değildim. Tabii eğer Savunma Dairesi'nden bir memur içeri dalmaya çalışmıyorsa ya da bir arum canına tak ettiği için beni zevk uğruna öldürmeye gelmediyse pencerenin kırılma senaryosu ihtimaller arasından ekleniyordu. Ve bu düşüncelerin hepsi aklımdan geçince kalbimin teklemesine de engel olamıyordum. Fakat mutfağa geldiğimde pencerelerin tamamı sağlamdı. Onun yerine açık bir dolabın altındaki tezgaha duran uzun, buzlu cam bardaklardan biri, üç büyük parça halinde etrafa saçılmıştı.
Bir de bir şeylerin damladığını duyabiliyordum.
Kaşlarımı çatarak etrafa bakınırken sesin kaynağını anlayamıyordum. Ses çok da yakında değildi. Hatta kapalı bir kapı ardından geliyor gibiydi fakat burada hiç kapalı kapı yoktu. Olanları kısaca gözden geçirip, kırık bardak ve damlayan su sesinin baş ağrıma ne kadar da kötü geldiğini düşünürken jetonumun takır tukur düşmesi uzun sürmemişti. Bu kadar kısa sürede anlamam bile mucizeydi ve ben neler olduğunu fark edemeden sadece yapmam gerektiği düşüncesiyle buzdolabının kapağını açtığımda kalp atışlarım hızlanmıştı.
Buzlu çay sürahisi, rafın kenarında duruyordu. Kapağı açılmıştı ve kahverengi sıvı, altında kalan rafların kenarlarından akıp aşağı dökülüyordu. Koca dolaba öylece bakarken kafam karman çorman hissediyordum. Çay istemiştim, bunun için de bir bardak ve çay gerekiyordu. "Yok artık." Kendi kendime konuşup kafamı iki yana sallayarak olanı kabullenmek istemezken Taeyong'un bir yerlerden çıkıp eşek şakası diye bağırmasını bile iyi karşılayabilirdim. Çünkü çay istememin bir şekilde buna neden olması imkansızdı. Ama başka ne açıklaması olabilirdi ki? Gerçekten de Taeyong'un masanın altında saklanıp, eğlencesine ıvır zıvırların yerini değiştirecek hali yoktu ya... Yine de emin olmak için masanın altını kontrol etmiştim ancak gerçekten de yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Akis-μός - taeten
FanfictionBir çift yeşil göz, tuhaf kasaba ve ışık insanları. @aroasiren 26.01.21