Acı dalgaları içime vurup durdukça vücudum kontrolden çıkmış bir halde kasılıp duruyordu. Uzaklardan paniklemiş sesleri duyuyor ve teker teker yere düşen herkesi görüyordum. Ancak en net gördüğüm Yangyang'dı. Çocuğun yüzündeki ifade yakından tanıdığım bu hissin acı verici etkisiyle çaresizlikle doluşmuş ve gözleri benimkilere kenetlenmişti. Taeyong'un yan tarafımda yığıldığı gerçeği ise korkudan deliye dönmeme yetmişti. Hendery... Hendery ayaktaydı ama yüzündeki panik hissi bana ne düşüneceğimi şaşırtan türdendi. Önce Mark'a koşup onu kapının yanından çekmek için uğraştığında Taeyong'a ulaşmanın zor olduğunu ve onun Yangyang'ın aksine daha iyi bir durumda olduğunu biliyordum. En azından, en azından bu şeye direnmeye çalışıyordu fakat Yangyang benim gibi yere yığılmıştı. Oniksin verdiği lime lime eden, derin acının içinde elimi Yangyang'a doğru uzatıp çocuğu tutmaya çalıştığımda ondan çıkan ses yüzünden içimin derinlerinde bir şey bu sefer soyut anlamda bir acıyla kavrulmuştu.
Bizi, tek bir tuşla mı ya da mekanizmayla mı alt etmişlerdi? Her ne yaptılarsa kötü durumdaydık.
Yerde biraz olsun sürünüp ağlarken tarih tekerrür ediyor gibi hissediyordum. Bana Winwin'in yerde yattığı anı hatırlatıyordu ve çocuğun üstündeki kıyafetleri kavrayıp kendime çekerken Hendery'nin bu sefer de Taeyong'u kaldırdığını göz ucuyla da olsa görebiliyordum. Acı katlanılmazdı. Şuurumun saniyeler içinde gidip gidip geldiğini, gücümün nasıl da zayıfladığını hissediyordum ve en sonunda Yangyang'ı biraz da olsa kapıdan tarafa çektiğimde pilimin tam anlamıyla bittiğine emindim. Birbirimize daha yakındık. O da ben de buradan kalkabilecek güce sahip gibi görünmüyorduk ama beni kendiyle beraber kapının dışına iteklediğinde birkaç saniyelik baygınlıktan hemen sonra kollarımın kavrandığını hissetmiştim ve ardından da uçtuğumuzu sanmıştım. Acıdan dolayı bağırmaya yeltenmek bile güçtü ve tanrı biliyor ya bunu yapamadan tekrar tekrar bayılacak gibi hissediyordum. Gözlerim kararıp yüzüm yere nazaran daha yumuşak bir şeye yaslandığında rüzgar kulaklarımda uğulduyordu ve ben hiçbir şey göremiyordum. Her şey karanlıktı ve acı o kadar netti ki beynimde dönen tek şey bu histen ibaretti. Ufacık jiletlerle dağlanıyor hissi hiç geçmiyordu, o gün olduğu gibi kaçar saniyelik aralıklarla kendime geliyordum ve sonra tekrar kendimi kaybediyordum bilmiyordum. Sadece gözlerimi açamıyordum. Bir daha da asla açamayacak gibi hissediyordum
Ama yavaşladığımızda Yuta'nın sesini duymak bana canlılığımı biraz hatırlatmıştı. Sonra birinin nehir dediğini de duymuştum ancak üzerime yapışan oniks yüzünden konuşanın kim olduğunu ayırt etmekte zorlanıyordum. Sesler beynimde patlayan ve dur durak bilmeden her hücreme saldıran ıstırabın arasında kaynayıp gidiyorlardı. Mark'ın nerede olduğunu, Hendery onu kapı eşiğinden aldıktan sonra neler olduğunu bilmiyordum. Farkında olduğum damarlarımda kan yerine dolaşan zehir, deli gibi atan nabzım ve Taeyong'la olmamdı. Beni tutan oydu. Biliyordum, görmesem bile hissedebiliyordum.
Tekrar hareket ettiğimizi hissettikten sonra duraklama anına kadar saatler geçmiş gibiydi ama en sonunda nemli ve serin havanın arasında kaldığımızda yalnızca dakikalar geçmiş olmalıydı. "Ten.." Taeyong'un sesi bana yakındı. "Direnmeye çalışma, sadece.. sadece biraz dayan tamam mı?" Ne için direnmeyecektim ve neye onay vermem gerekiyordu bilmesem bile ona cevap vermek için çabalamıştım. Fakat sadece çabalamıştım. Ağzımdan çıkan bir kelime ya da onay sesi yoktu. Zaten tüm üstüm başım oniks içindeyken hala nefes alabiliyor olmam bile mucize gibi görünüyordu. Ben böyleysem diğerleri de aynı durumdaydı ve Taeyong'un buraya kadar nasıl geldiğini biraz bile anlayabilmiş değildim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Akis-μός - taeten
FanfictionBir çift yeşil göz, tuhaf kasaba ve ışık insanları. @aroasiren 26.01.21