Kendime geldiğimde, kafamın içini bir davulcu mesken tutmuş gibiydi. Bu hissi ilk kez Jungwoo'nun evinde koca bir şişe ucuz şarabı bitirdikten sonra yaşamıştım. Ancak o zaman ayrı olarak sıcaklamış, terlemiş ve soğuk havaya çıktıysam bile yanıyormuş gibi hissetmiştim. Şimdiyse donuyordum.Başımı, yanağımın altındaki kaba battaniyeden kaldırıp gözlerimi güçlükle araladığımda birkaç dakika boyunca nesneler bulanık, birbirinden ayırt edilemez haldeydi. Ellerimi yere koyup kendimi yukarı kaldırmak için zorladığım zaman başım anında fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. Kollarım, gövdem ve ayaklarım çırılçıplaktı. Birisi kazağımı, ayakkabımı ve çorabımı çıkarmış, beni yalnızca kot pantolonumla bırakmıştı. Burası her neresiyse, içerinin neredeyse dondurucu soğuğu karşısında tüylerimin diken diken olmasına engel olamıyordum.
Kapalı bir yerdeydim. Işıkların kesintisiz uğultusundan ve uzaktan gelen konuşmalardan bu kadarını çıkarabiliyordum. Nihayet görüşüm netleştiğinde daha fazla şey görebilmek için etrafıma bakınmıştım fakat hem bulunduğum durum hem de içinde olduğum bu yer keşke netleşmeseydi dedirten türdendi. Köpekler için kullanılanlara çok benzer ama onlardan daha genişçe bir kafesin ortasındaydım. Siyah demirler arasında, ancak elimi çıkarabileceğim kadar boşluk vardı ve o da şüpheliydi. Başımı daha çok kaldırdığımda, ayağa kalkmamın, hatta parmaklıklara değmeden dümdüz uzanmamın bile mümkün olmadığını fark edebilmiştim ve bu baygın olduğum süre boyunca sakinleşmiş kalp atışlarımın ritmini tekrar bozmuştu.
Kafesin yukarısından zincirler ve kelepçeler sarkıyordu. Bu bana en manyakça, en uçuk kaçık fikirleri düşündürmeyi başarıyordu ve hissizleşmiş, üşüyen ayak bileklerim prangaya vurulmuştu. Paniğe kapılmamak çok zordu. Güçlükle nefes alarak gözlerimi hızla etrafta dolaştırırken etrafımın başka kafeslerle çevrili olduğunu fark etmiştim. Bana yakın parmaklıkların iç kısmı ve ayağımdaki prangaların üstü, kırmızımsı siyah, parlak bir maddeyle kaplıydı ve bunun ne olduğunu bilmemek ya da hiçbir şeye bir anlam yükleyememek ödümü koparıyordu. Kendime soğukkanlılığımı yitirmemek için telkinde bulunsam bile işe yaramıyordu.
Geri giderek oturup, birilerinin gelmemesine rağmen aceleyle ve etrafı izleyerek ayağımdaki kelepçeleri çıkarmak istediysem de parmaklarım metalin üstüne dokunduğu anda, yakıp kavuran muazzam bir acı kollarımdan tırmanıp dosdoğru kafama kadar ulaşmıştı. Eğer biri beni bu acıyla bambaşka bir yerde tanıştırsaydı kendimi tutamaz bağırmaktan çok belki de çığlık atardım fakat nerede olduğumu bilmiyordum. Başka kim vardı bilmiyordum ve tehlikeli olabilecek kimseyi buraya çekmek istemediğim için ses dahi çıkaramıyordum. Parmaklarımı dudaklarıma bastırıp acıdan dolan gözlerimi birkaç saniye kapattığımda, dehşet kabaran bir dalga gibi yükselip beni yutmuştu ama kendimi buradan çıkarmak zorundaydım. Parmaklıklara uzanıp kilidin nerede olduğunu anlayabilmek için yokladığım zaman da aynı feci acı beni parçalayıp geri gitmeye zorladığında saniyeler içinde ellerim titremeye başlamıştı. Onları göğsüme götürürken ses çıkartmamak çok zordu ve acıyı dağıtmak için derin nefesler alırken bile biraz gürültü yapıyordum. Fakat bu his, ilk kez tattığım bir şey değildi. Hatırlayabiliyordum. Anımsamakta zorlanmayacağım kadar yakın bir zamanda aynı acıyı yaşamıştım. Taeyong'u bulmak için gitmemem gereken o yere gittiğimde beni yakalayan adamın yanağıma değdirdiği şey her neyse aynı hissettirmişti. Bunu fark etmekse beni daha da korkutmuştu çünkü neyle karşı karşıya olduğumu açıkça anlamamı sağlıyordu. Buradan kesinlikle çıkmalıydım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Akis-μός - taeten
FanfictionBir çift yeşil göz, tuhaf kasaba ve ışık insanları. @aroasiren 26.01.21